Kırk kişi…

Kırk kişiydi onlar; önde şimşek bakışlı Kürşad, arkada yalın kılıç beyler… Bir kahpenin, entrikalarla bölüp parçaladığı ülkelerinde; yere inen gök bayrağı yeniden göndere çekmek isteyen bir avuç kahraman…

Tarihin, “Türk” denilince adını altın harflerle yazdığı şimşek bakışlı bir yiğit!

Gözleri gök mavisiydi, bakışları şimşek gibi! Karşısına çıkan kılıç ustalarını, hiç kılıç sallamadan bakışıyla diz çöktüren bir kahraman!

Tarih onu, ‘Kırk kişiyle Çin sarayını basan Türk’ diye yazdı; kimileri çılgın ya da maceraperest diye tanımladı! Hâlbuki o, ayaklar altında ezilen Türklüğü, yeniden bağımsızlığına kavuşturmak için ilk adımı atan bir yiğit adamdı!

Yengesi kahpe soyundandı; Japon denizinden, Hazar Denizi’ne kadar uzanan, Çin’i, İran’ı, Bizans’ı titreten Göktürk İmparatorluğu’nu bölüp parçalamak için Türklüğün içine sızmıştı.

Hatırı sayılır güzellikte Çinli bir kadındı, önce türlü entrikalarla koca imparatorluğu doğu-batı diye ikiye ayırdı; sonra Hakan’ının yemeğine zehir katıp ebediyete uğurladı. Ardından yerine geçen kardeşi Kara Kağan’ı ayarttı. Kara Kağan, ağabeyi Hakan’ı zehirleyen yengesiyle evlenince, bu zafiyete ilk tepki gösteren genç Kürşad’dı!… Amcasının bu kararına sessiz kalıp yanından ayrıldı.

Etrafını çevreleyen ihanet, Kara Kağan’ı Çinlilere esir etti; coğrafyayı titreten Göktürk İmparatorluğu bir kahpenin eliyle tarihe gömülüp gitti. Türkler, Çin’in iç kesimlerine farklı şehirlerine göç ettirildi.

Çinliler, Kara Kağan’la birlikte tüm kardeşlerini ve yeğenlerini sarayda tutsak etti; ancak gök mavisi gözlü, şimşek bakışlı Kürşad’ı tutsak edemedi.

O, Türklüğün bileği bükülmez yiğidiydi, etrafında toplanan kırk Türk beyini “Gök Bayrağı yeniden yeryüzüne hâkim kılmak için ölmeye” yemin ettirdi.

Dört bir yana dağıtılmış esir Türk’ü yeniden harekete geçirmek, kendine döndürmek için, can vermek, bedel ödemek gerekirdi.

Kırk Türk beyinin “Hakanımız ol” baskılarına şiddetle karşı çıktı. “İsyana varım, hakanlık tutsak kardaşımın hakkıdır” deyip ilk emrini verdi!

Kürşad önde, o yiğitler peşinde, Çin Sarayı’na kadar geldi. Plânı basitti, yiğitçeydi; o gece dışarı çıkacak olan Çin Hükümdarını öldürüp esirleri kurtaracaktı! Hükümdarı beklerken, inanılmaz bir yağmur başladı, gök delinmiş, bir avuç Göktürk’ün üzerine sel olup inmişti.

Çin Hükümdarı dışarı çıkmadı; Kürşad, arkasını dönüp kırk kişinin ismini tek tek sayıp yoklama aldı; hiç biri canından tereddüt etmiyordu; arada bir çakan şimşekler, o gök mavisi gözlerin öfkesi ve haşmetiyle birleşiyordu.

Emir, kesin ve netti; “Ölmek var, dönmek yok”tu! Atının sırtında yıldırım gibi saraya indiğinde; ilk kapıdaki 7-8 askeri kılıçtan geçirmişti.

İkinci kapıdan her yiğide 10-12 arası Çin askeri düşüyordu; bunun iki katı askeri kılıçtan geçirmeden kırk yiğitten yere düşen yoktu.

İç avluyu geçip Hükümdarın taht binasına dayandıklarında, artık karşılarındakiler çekirge sürüsü gibiydi… Önde Kürşad, arkada kırk yiğit, yıldırım gibi düştüğü yeri yakıyor, kasırga gibi önüne geleni süpürüyordu.

Çin neredeyse dile gelmişti; sarayda yaşanan Türk baskını bir anda dört bir yana ulaşmıştı; Kürşad, “Ahırlara çekiliyoruz” emrini verdiğinde 26 yiğit, bedenini Kürşad ve diğerlerine kale etmişti.

Atlara ulaştıklarında üç yiğit, ahır kapısına sur oldu; o yiğitleri geçmek mümkün değildi; Çinliler, ahıra o üç yiğidi lime lime doğrayarak girebildiğinde, Kürşad ve on bir yiğit, geçit vermeyen Vey nehrine ulaşmıştı.

Belki binlerce Çinli askerin yetişmesi uzun sürmedi; ilk yaklaşan Çinli askerler şimşek çaktığında göz göze geldikleri bu dehşet bakışlardan korkup dörtnala kaçmıştı.

Arkasına dönüp, “Bilin ki, esir düşmemiz, Türklüğün ebediyen gök kubbeden silinip gitmesi demektir. Bilin ki, biz burada öldüğümüzde, Türklük yeniden dirilecektir” dedi o büyük yiğit!  Kılıcını kaldırıp ardındaki on bir yiğite çekirge sürüsü gibi yaklaşan Çin askerlerini gösterdi, emri verdiğinde o sesle yer gök inledi!

“Hücuuummm!”

On bir at şaha kalkıp kanatlandı, Çin askerlerinin arasına daldıklarında kılıç sesleri sicim gibi yağan yağmurun sesini bile bastırmıştı. Her bir yiğit düştüğünde, göklerden yıldırımlar kopup iniyordu yeryüzüne… Tam on kez şimşek çaktı, tam on kez Kürşad’ın şaha kalkmış atıyla onlarca Çinli askeri kılıçtan geçirdiği görüldü.

O yiğitleri toprağa düşürmek kolay değildi, şafak sökmüştü; her yiğit yüzlerce Çin askerini öldürmüştü; Kürşad’ın vücudunda tam kırk kılıç yarasını saydılar; tarih, onun atının üzerinde, dimdik, devrilmeden öldüğünü yazar. Ölüyken bile gözlerinin feri sönmemiş, açık ve şimşek gibi baktığı söylenir.

Kürşad’ın ve geri dönmeyi düşünmeyen o beylerin yiğitliği, Çin’in bir ucundan öbür ucuna kadar yayıldı; O yağız delikanlının kehaneti iki gün içinde gerçekti; bir baştan bir başa tüm esir ve sürgün Türkler, birer Kürşad oldu, isyan edip yeniden hakanlıklarını kurdu.

Kırk kişi usta! Türklüğün etrafını saran ihanet çemberini kıracak, parçalayacak kırk kişi!

Onların hikâyesi, kırk kişinin yiğitlik hikâyesi değil, ihanete kurban giden bir milletin yeniden dirilişinin hikâyesiydi.

Ama, birbirini bilen kırk kişi…

(2002/Hakikat Gazetesi)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.