ÇOK SAYIN MOLLA KASIM!….

Mevzuyu unutanlara hatırlatarak başlayalım…

Yunus Emre’nin hayatını okuyanlar, bize ulaşan şiirlerinde en önemli kırılma noktasının Molla Kasım olduğunu bilir.

Alimler Yunus Emre’yi “Hâl ehli” olarak kabul eder. Yunus’un aşkı ve bu aşkın coşkusu öylesine yüksektir ki, artık yazdığı her mısra ile kendinden geçmiş, adeta boyut değiştirmiş haldedir.

Kâl ehli, Yunus’un bu şiirlerinden, deyişlerinden rahatsızdır. Şeriata uygun bulmaz. Kendisini uyaran bu kişilere de “Aşkım galip geldi yüreğim harlar / Âşık olan arı namusu n’eyler / Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” dizeleriyle kırgınlığını, sitemlerini dile getirir… 

Yüreğinde gem vuramadığı ilahi aşka ve dizelerine yansıyan bu coşkusuna karşın her an bedel ödeyebileceğini de bilir. Geldiği nokta artık Hallac-ı Mansur’un kâl ehline kendini anlatamaması ve ölüm fermanını eline tutuşturmaları gibidir.

Yunus yine de içindeki “Deli Yunus”u susturamaz, susturmaz. İtikadını sorgulayanlara itibar etmez… Mevlâna’nın, “Önceden duysaydım, cilt cilt mesnevi yazmazdım” dediği, defalarca söyletip dinlediği ve kendinden geçtiği beytini yazarak artık kâl ehlinin tüylerini de diken diken eder.

“Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” sözleriyle, hâl ve kâl ehlini keskin bir çizgiyle ikiye böler. Artık geri dönülmez bir zirvenin en tepesindedir…

Belli ki, Ebusuud Efendi’nin, “Bu itikattan vazgeçmemesi halinde katli vaciptir” fetvasından hayatta olmamakla kurtulur. Hoş, o günlerde yaşasa da sözünden vazgeçmeyecektir ve kuşkusuz dar ağacına çekilecektir.

Yunus dergahından ayrılıp Hakkı arama yolculuğunda üç bin şiir yazmıştır. Adeta dünyaya sığamayan Yunus, Hak ile bütünleşmesini beyitlerine, deyişlerine şiirlerine sığdırmıştır. 

Kendisine karşı olan, eleştiren daha önemlisi anlamayan ve anlamamakta direnenlere de cevaplarını şiirleriyle vermiş, “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler” diye seslenmiştir. Kendi şer’i hükümleri ile Yunus’u dinden çıkmakla suçlayanlara karşı da susmamıştır; “Hakikat bir denizdir, şeriat gemisi / Çokları gemiden çıkıp dalmadılar” demiştir. Hatta daha da ileri gitmiş tüm bunlar için “Dört kitabı şerh eden asidir hakikatte / Zira tefsir okuyup manasını bilmediler” diye meydan okumuştur.

Gün gelir, kendisinden sonra da Yunus’un deyişleri ve şiirleri tekke erbabını ve hüküm sahiplerini rahatsız eder. Yunus’un şeriatlarına uyduramadıkları şiirlerini ayıklama görevi Molla Kasım’a verilir… Molla Kasım, kendi itikadi anlayışına göre Yunus’un şiirlerini gözden geçirmeye başlar.

Bin şiirini şeriata uygun değil diye ateşe atar… İkinci bin şiirini ise insanı dinden çıkarır gerekçeyle yırtıp suya atar… Nihayet elinde son bin şiir kalmıştır ve Molla Kasım’ı titreten o beyit karşısına çıkar…

“Derviş Yunus sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir!”

Molla Kasım pişmanlık duymuş mudur bilemeyiz. Artık bin şiir yakılıp meleklere, bin şiir suya atılıp balıklara teslim edilmiştir. Kalan bin şiirle görevini belki o an başlayan yürek yangını ile tamamlamıştır.

Meraklısına daha fazlası Yunus Emre’nin hayatında vardır.

Bizi ilgilendiren bugünün sayın Molla Kasımlarıdır…

Her makamdan, her mertebeden insanları kendi fikir, hüküm ve önceliklerine göre sîgaya çekmeye çalışan günümüzün modern Molla Kasımlarınadır…

Hiçbir ehliyeti, yetkisi ve etkisi olmadan “karşı olduklarına muhalif olmanın dayanılmaz cazibesine” kapılarak, seviyesine yüz adım bile yaklaşamayacakları insanları, itibarsızlaştırmak için klavye başında ortaya düşenleredir.

Kendi kendilerine verdikleri sıfatlar ile söz sahibi olduklarını, kanaat önderi kabul edildiklerini, akil yerine konulduklarını zanneden boş beleş kimlikleredir.

“Ben de varım, ben buradayım, beni de görün” çabası ile, değil yan yana gelmek gölgesinin bile seviyesine ulaşamayacakları insanlar için kendin çal, kendin oyna mahiyetinde yazıp çizenleredir.

Eline fazla gelen parmağını kullanacak yer bulamayıp önüne gelene sallama cehaletini ve cüretini gösterenleredir. 

Elbette bugün hiç kimse Yunus değildir… 

Görünür olan, herkesin kendi yapıp ettikleri, yazıp söyledikleri, kendi fikir dünyasının eserleri, icra makamındaysa günahıyla-sevabıyla kendi kararlarının hayata geçirilmiş halidir.

Bu şehir, birilerinin basit düzeyinden çok uzak, hiçbir karşılık beklemeden siyasi ve ticari ikbal peşinde olmadan düşünen, araştıran, yazan ve mesai sarf eden insanlarla doludur. 

Ve yine herkes bilinmelidir ki, hiç kimse Molla Kasım değildir!

Kim bir diğerini sîgaya çekme gayretinde ise, önce vicdanında kendisini sîgaya çekmelidir.

Unutulmamalıdır ki, kendini Molla Kasım zannedenleri de gün gelir bir başka Molla Kasım hizaya getirir!…

Pek çok sayın Molla Kasımlar…

Sağlıcakla kalın… 

V-LAS-MAN

Son birkaç aydır Sivas’ta yaşanan tartışmayı ibretle okuyorum. Ne beylik laflar, cümleler ne tehditler ne kimsenin göremediği(!) büyük büyük stratejiler, uluslararası derin mevzular, diasporaların kapı arkası planları, toprak kaybetmekten tutun, işgale varan senaryoların en uç noktaları…

Kan donduran iddialar, karşılıklı suçlamalar, aşağılamalar, efelenmeler, birbirini küçümsemeler, bir diğerini zan altında bırakmalar almış başını gidiyor…

Ahalimizin derin strateji bilgileri tavan yapmış. Kendi stratejisini ve uluslararası oyunları göremeyenler de görenlerin(!) stratejik uyarılarını paylaşıp dillendirmekle meşguller.

Mesela kanımı donduran ve sık sık dillendirilen Madımak hatırlatması var. Aba altında sopa göstermenin en çirkin örneği. Biliyorsunuz, Pir Sultan Abdal etkinlikleri için gelenlerin kaldığı otel ateşe verilmişti ve bu rezillikte 37 vatandaşımız hayatını kaybetmişti.

Birileri resmen olası mezarlık ya da anıt ziyaretine geleceklere şimdiden Madımak’ı örnek gösteriyorlar. Tek açıkça söyleyemedikleri, “Bak onların başına neler geldi!” cümlesi…

Şimdiden islami grup, dernek, vakıf gibi oluşumları sokağa çağıranlar var iyi mi? 

“Neredesiniz çıkın tepkinizi gösterin” diye yol açma çabası peşindeler.

Milliyetçi gruplara çağrı yapanlar var. “Vatan elden gidiyor” demedikleri kaldı. Onları sokaklara çağıranlar, tepki koymaya davet edenler var.

Her gün bir adım daha öne çıkabilmek için gaz pedalını kökleyenler, sosyal medyada tıklandıkça vites yükseltiyorlar. Ajan-provokatörlerin kucağına hazır, olgunlaştırılmış, karşılık bulacak siyasi ve dini kesimler kıvamına getirilmiş bir el bombasını bırakmanın gayretindeler.

İçlerinde okumuş yazmış olanlar var, siyaset yapmış yapıyor olanlar var, ekranlara çıkıp konuşuyor olanlar var, kendini otorite sayanlar var, akil yerine koyanlar var, isimlerinin başına koca koca titrler ekleyenler bile var. 

Maşallah, iç güçleri, dış güçleri gözünden tanıyan, zihin okuyan, hatta o zihinlerin en arkasındaki planları da görüp anlayan arkadaşlarımız, komşularımız, yazı yazanlarımız, konuşmaya çalışanlarımız var. 

Onca yazılmış yazı var içinde bilimsellik yok. Akademik görüş yok. Bu işin ehil ve uzmanı olmuşların düşünce, araştırma, belge ya da bilgi kırıntıları hiç yok. Varsa yoksa yel değirmeni ile savaş senaryoları… 

Okuduklarımın özeti şu; Sivas’ta bir azizin mezarı ya da anıtı açılacak, ertesi gün Ermeni diasporası Sivas’ı sınırları içine alacak ve şehrimizin tapusunu eline geçirecek. (Tapu mevzuunu bir yazıdan çıkardım. Meğer bir şehirde bir azizin mezarı olursa o tapu yerine geçiyormuş. Kaç yaşıma daha girdim sayamadım) Sonra bizim ahaliyi buradan sürecekler ve kendi milletlerini yerleştirecekler. Efendime söyleyeyim, buraya turist kisvesi altında gelenler, yerleşip kalmanın yollarını arayacaklar. Bu böyle sürüp gittikçe azınlığa düşeceğiz. (Bu da başka bir senaryodan çıkardıklarım. Çok derin bir strateji içeriyordu bu kadarını yeterli görüyorum.) Mesela Sümela Manastırı’nda bir kez ibadet için izin çıkmış, daha da alamıyormuşuz manastırı. Şimdi Sivas’ta da mezar yeri açılırsa, üstten Pontus Rum, ortadan Ermeni diasporası, alttan İsrail, bizi kuşatıp binlerce yıllık Türk yurdunu elimizden alacakmış. (Bu senaryoyu yazanın titrini yazarsam meslektaşlarına hakaret olur.) 

Nene hatun örneği vereni okudum iyi mi? Bu örneğe yorum yapmaya cümlelerim kifayet etmez, onun için geçiyorum.

Sözde akıl verenler, güya yol gösterenler, amacını, hedefini, boyutunu, kapsamını, içeriğini ve sınırlarını çizemeden bir taraftan İslamcısını, diğer taraftan milliyetçisini sokağa davet edenler, ortada fol yokken yumurtayı çatlatmadan arka cebinde taşımaya çalışanlar asıl amaçlarını da net ortaya koymalılar.

Birçok yazılan için kimse sonradan “Ben uyarımı yaptım”, “Ben endişemi dile getirdim”, “Ben düşüncemi açıkladım”, “Ben duyduklarımı yazdım”, “Ben yazmadım, yazılanı paylaştım” bahanelerine sığınmasın.

Herkes bu şehirde yaşıyor, herkes kendi düşüncesine ve engin tecrübesine göre bu şehrin menfaatine olacak konularda fikir belirtip çalışmalar yapıyor. Herkes bir diğerinden daha hassas, daha çok şehri düşünür, daha çok bilinç ve beceriye sahip, daha çok sağduyulu ve itidalli değil.

Kimse bir diğerine fikirleri ve düşünceleri için parmak sallama, tehdit etme, hakaret etme, insanları “güruh” yerine koyma, daha az milliyetçi, daha az dindar görme hakkına da sahip değil.

Ve hatta kimse bir diğerinden daha fazla Sivaslı değil!..

Herkes bir diğerini önyargılarıyla yargılamaya başlarsa, orası filmin koptuğu, artık sürekliliğin kalmadığı, araya farklı filmlerden farklı sahnelerin eklendiği bir mecraya dönüşür. Asıl Madımak filmi yeniden o zaman başlar.


İki örnekle konuyu kendi adıma kapatayım.

6-7 Eylül olaylarını duymayanınız yoktur. Alakasız görünebilir. Ancak olayın yaşanış şekli ibretliktir. 

Olaylar 1955 yılında yaşanmıştır. Bazı kendini bilmez insanlar, Selanik’te Atatürk’ün evinin kundaklandığını, ateşe verildiğini kulaktan kulağa yaymaya başlar. E tabi, o gün de kulaktan dolma bilgilerle hazır kıta bekleyen bazı gazeteciler! bunu gerçekmiş gibi sütunlarına taşır. “iddia edildi” ibaresi o günlerde de vardır muhterem medyamızda. Bugün de dikkat edin bazı yalan yanlış haberler, “iddia edildi” cümlesi ile biter. Ne belge vardır ne araştırma ne iddia eden bir isim ne de iddiayı destekleyen başka isimler… 

Galeyana gelmenin sağcısı-solcusu, muhafazakarı-seküleri yoktur. Ellerine kırmızı renge boyanmış sopaları, baltaları, satırları ve bilumum zarar verici demir parçalarını ve hatta silahlarını alan kalabalıklar, azınlıklara ait araçları, evleri, işyerlerini yerle bir edip kiliseleri yağmalar. 

Ölenlerin yanında maddi kayıplarını dillendirmenin bir anlamı yoktur. 

Şimdi dikkatinizi buraya verin.

Benzer bir olay tam 22 yıl önce de yaşanmıştır. 20 Nisan 1933’te Bulgaristan’ın Razgrad şehrinde Türk mezarlıklarının tahrip edildiği haberleri ile İstanbul çalkalanır. 

İlk örgütlenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri olur. Onlar hocalarının çağrısı, halk da öğrencilerin çağrısı ile akın akın Bulgar mezarlıklarına gider. Ellerinde kanlı sopalar değil, kırmızı karanfil ve güller vardır. Öğrenciler ve halkımız mezarları çiçek bahçesine çevirir. 

Verilen bu karşılık değil Bulgarları, onlar gibi düşünen ve düşmanlık besleyen tüm dünyayı utandırmıştır. 

Şimdi sokağa çıkın, eyy İslamcılar nerdesiniz, milliyetçiler neredesiniz diye kâh sosyal medya ekranlarından, kâh sosyal medya yazılarından çağrı yapanlar…

Sokağa çıkardıklarınızın eline ne vereceğinizi de açıklar mısınız?..

Kimin kanlı sopalar, baltalar, demir çubuklar ya da silahlarla; kimin karanfil ve güllerle sokaklara çıkacağı konusunda fikriniz var mı?

Yok mu?

Susun o zaman!..

Vlas meselesini kendi klas meseleniz yapmayın. 

İhtiyacımız olan kendi yazdığınız ya da arakladığınız komplo teorileri değil, bilimsel kalemlerden, bilimsel açıklamalardır…

Dil’in adamlarına değil bilim adamlarına ihtiyacımız var vesselam.

Sağlıcakla ve sağduyu ile kalın.

(2 Eylül 2024/ Kızılırmak Gazetesi)

KAPI

Haberi önce sosyal medyada sonra da bir gazetemizde gördüm. Kongre binasının ön kapısı nihayet ziyaretçi giriş çıkışına açılmış…

Şaşırmayın ve hatta gülmeyin!

Lise binası olarak yapıldığı tarihten beri kullanılan; Çanakkale’ye gönüllü olarak gidip şehit olduğuna inandığımız ve övünerek anlattığımız, dönemin öğrencilerinin girip çıktığı…

Sivas Kongresi döneminde 108 gün boyunca başta Mustafa Kemal Paşa’nın, kongre delegelerinin, Kazım Karabekir Paşa gibi Sivas’a gelen birçok Milli Mücadele kahramanının aşındırdığı…

Şimdiki haliyle de müzemizin ana giriş kapısı son restorasyon çalışmalarından sonra uzun süredir kapalıydı. Aslında arka kapı olan ve ana caddeye baktığı için ön kapı muamelesi gören mevcut merdivenli kapı ise tek giriş-çıkış için kullanılıyordu.

Şehrin önde gelenleri, bu ve benzeri konuları kendine dert edinenleri, ‘ön kapı da açılsın’ diye defalarca rica ettiler; açılmadı…

İstirham ettiler olmadı.

Talep ettiler karşılık bulmadı.

Tepki gösterdiler duyulmadı.

Haddizatında kapıyı şahsi giriş çıkışları için istemediler…

Binanın şimdiki haliyle arkasına yapılmış olan Milli Mücadele Anıtı ve yıkılan orduevinin yerine yapılan alanla, Kongre binasını buluşturmak istediler.

Müzeye giren ziyaretçilerin nihayet açılması sağlanan kapıdan çıkıp onca emek ve para harcanmış, duvarları bakır rölyeflerle süslenmiş, tamamlanmamış olsa da şehre yeni ve güzel bir görünüm katmış, insanların milli duygularına hitap eden bu güzel alanı da aynı anda gezmesini istediler.

Ki, insanlar gezip görmeden çürümesin…

Kaderine terkedilmiş gibi ipsiz sapsızların uğrak yerine dönüşmesin…

Etrafı insansızlıktan ve bakımsızlıktan yıkılmasın dediler.

Fakat olmadı!..

Sivas bürokrasisinin, ilgili ve yetkililerinin bu kapıyı açık tutmaya ya güçleri yetmedi, ya önemsenmedi ya da açık etmedikleri başka niyetleri bu basit talebin yerine gelmesine engel teşkil etti…

Nihayetinde her kim ya da kimler ise artık; Sivas bürokrasisine çözdüremedikleri bu konuyu milletvekillerimizden Rukiye Toy hanımefendiye ilettiler. İyi de ettiler.

Okuduğum haberlere göre, O da duyarlılık gösterdi, içtenlikle el attı, küt diye kapattıları kapıyı şak diye açtırdı.

Şaşırmayın; halen Kongre binasının yapıldığından beri var olan ve anahtarı çevrilip açılacak olan kapısından bahsediyorum…

Bildiğimiz, arkasında ve önünde kulpu olan ahşap oymalı tarihi bir kapı!

Hal bu ki, işin ucunda devasa yatırım yoktu, büyük bir harcama yoktu, uzmanlık gerektiren plan-proje yoktu…

Ve de kapalı bir kapıyı açmak için kanun gerekmiyordu, yönetmelik gerekmiyordu, meclise taşınması gerekmiyordu, milletvekili, hatta hükümet düzeyinde çözülmesi gerekmiyordu…

Lakin, öğrenmiş olduk ki, böyle bir mesele Sivas’ta yaşanınca gerekiyor!..

Herhangi bir ilin insanlarının “Müzemizin bir kapısı açık diğeri kapalı. İki kapısının birden açılmasını istiyoruz ama bürokrasiyi buna ikna edemiyoruz” diye milletvekillerini aradığına, aracı yaptığına yahut konu üzerinde siyasi baskı oluşturduğuna şahit olan var mıdır bilemeyiz.

Biz şahit olduk!

Başka illerden örnek arayan olursa da artık biz varız!

Size şaka gibi gelse de asıl anlatmak istediğim kapı meselesi değil.

Basit olduğu kadar saçma, saçma olduğu kadar da bu şehirde yaşanan ‘gerçek’ bir mesele…

Geldiğimiz yerin ve nerede duracağını bilmediğimiz gidişin son noktasıdır kapı.

Daha ötesi nedir, hangi konuda ve hangi alanda yaşanıyordur varın siz tahmin edin…

Umarım Sivas, saldım çayıra mevlam kayıra noktasında değildir usta!

Sağlıcakla kalın…

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

GELENEK…



Bazı kelimeler sihirlidir. Duyduğunuzda içinize bir gurur yansır. Hatta mutlu olursunuz, göğsünüz kabarır. 

Bilirsiniz ki, o an birebir sizi etkilemese bile o kelimeler tüm geçmişinizi etkilemiş, geleceğinize de yön vermektedir. 

Ama doğru kullanılmalıdır, yerinde olmalıdır.

Bu kelimelerin başında da “Gelenek” gelir… 

“Geleneksel” dediğiniz kelime gerçekte bir tarih buluşması hatta yüzyıllar kucaklaşmasıdır. 



Nesilden nesile tekrarlanan ortak paydalarımızın kelimeye sığdırılmış halidir.

Sözlükler geleneği, “Bir toplumda çok eskilerden kalmış olmaları sebebiyle tutulan, kuşaktan kuşağa aktarılan, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlardır” diye açıklar.



Yani, geçmiş yaşam biçimlerimiz içerisinde olması, maddî ve manevî değerlerinin bulunması gerekir…



Daha önemlisi, geleneğin özündeki kutsalla olan ilgisinden dolayı köklü bir geçmiş, zengin ve kutsi değerleri kapsaması şarttır…

Bunlar da yetmez!.. 



Gelenek kendinden her türlü istifadeye açık olan anlamlar rezervi barındırmalıdır. 



Ki, sanat ve edebiyata da etki edebilsin!..

Edebiyatçılar gelenek için, “Yazılı metin haline getirilmiş, etkileyici eserlerin intikaliyle ilgilidir” der. 



Hatta bu alanda geleneğin nasıl gelenek haline geldiğinin bilinmesi yazılı kaynaklarla da sabit olmasına ihtiyaç duyulur…

Sosyal bilimciler, bir geleneğin gelenek halini alabilmesi ve bizim ona “Geleneksel” diyebilmemiz için “en az üç kuşağın geçmesi” gerektiğinde birleşir…

Yani dedeniz ve babanız kendi dönemlerinde toplumla beraber aynı şeyi tekrar etmiş ve siz de aynısını sürdürüyorsanız; bu geleneksel hale gelmiştir…



Bu yüzden 1’inci geleneksel, 2’inci geleneksel, 3’üncü, 5’inci, 10’uncu geleneksel olmaz. 



Toplum kabul etmişse ve tekrarında sakınca görmüyorsa; topluca yapıyor, bizzat katılıyorsa geleneksel olma yolunda ilerleyen bir durum söz konusudur…

Geleneğin geleneksel hale dönüşmesi için insanların, birikimlerini, hayatlarında değer verdikleri, kendileri için önemli unsurları gelecek kuşaklara aktarma isteği ve gayretinde olması ile mümkündür.



Tepeden inme gelenek olmaz!.. 



Birinin söylemesiyle, oluşturmasıyla, bir araya getirmesiyle, kendi imkân ve gücünü kullanarak tekrarlamasıyla gelenek oluşmaz ve geleneksel olmaz…

Geleneğin klasik tanımı, “İnsan eylemlerinin düşünce ve muhayyile aracılığıyla yaratılmış olan ve bir kuşaktan diğerlerine intikal eden şeylerin bütünüdür” şeklindedir.

İşin özü geleneğin kökünün ve köklerinin olması gerekir… 

Bunları niye yazıyorum?



Son yıllarda bir “Geleneksel” modası türedi. 

Kelime güzel…

Önüne koyduğunuz etkinliği daha havalı, cafcaflı, afili gösteriyor.

1’inci geleneksel yazan da var, 3’üncü geleneksel yazan da…



Sivas Valiliği de son birkaç yıldır 5 Ağustos’ta 58 Dünya Sivaslılar günü, Gardaşlık festivali organize ediyor… Bu isimle böyle bir günün kutlanıp kutlanılmaması doğru mudur yanlış mıdır ayrı bir tartışma konusu…

Şimdilik kaydıyla o konuyu başka bir zamana bırakalım.

Ama sosyal medya paylaşımlarında cümleye, “Geleneksel hale gelen Dünya Sivaslılar Günü” diye girerseniz yanlışlar dizisinin başlangıcını da yapmış olursunuz.

Bir etkinliğin gelenek haline dönüşüp dönüşmediğini test etmenin yolu basittir…



Çekin aradan organize eden kurumları; toplum benimseyip kendi değerlerini yaratmış ve kutlamaya başlamışsa gelenek olma yolunda adım atmış demektir…

Aksi, gel eğlen, gül eğlenden öteye bir durum değildir.

Sağlıcakla kalın…

ÇEŞME

Mahallenin en itibarlı hatta mukaddes yeri olduğunun farkında mı acaba çeşme? Adı sokak çeşmesi lakin insan gibi yaşamakta ve acaba cümle mahlûkat gibi hissetmekte midir? Gülenle gülmekte, ağlayanla ağlamakta, anlatana sırdaş olup, yüreği yanmışa kana kana ikram etmekte midir billur sularını? 

Neler görüp geçirmiştir; sular borularla çekilip evlerin bahçesinde akıtılmadan evvel kuşkusuz mahallenin en kutsal yeridir. Varlığı huzur verir, güven verir, suyu şifadır. Mahallenin hayat kaynağıdır, cümle çoluk çocuk yerler mühürlenmeden koşup doya doya suyunu içer, elini yüzünü, üstünü başını temizler. Ahali her sabah sitillerle, helkilerle, testilerle keşik olur başında. Sünnetlere, düğünlere, cenazelere eşlik eder. 

Çeşmenin sesini duyuyor musunuz? Belli ki, hafızası vardır. Kendine has bir dili vardır. Eğer siz o dili anlarsanız, anlatacak çok şeyi vardır.

***

İşte bak, yine bir sokak meclisi onun etrafında toplandı. Kadiriye teyze, Esma hatun, ürkek tavırlarıyla taze gelin Türkan, Sebahat’ların evde kalmış kızı Zakire koyu bir sohbetin içindeler. 

Altına konulan sitili doldurmakla meşgul olan çeşme adeta kulak kesilmiş. Sanki pür dikkat dinlemekte.

Meğer Şerife ninenin gaz ocağı bozulmuş, Salih efendiye söylemiş tamir et diye aldırmamış. İçerlemiş o da. Kaç gündür ekmekle idare ediyormuş. Kaynatamamış çorbasını!.. 

Aniden gürültüyle akması hiddetinden mi çeşmenin? Ne o ses öyle? 

Taşan sitili alıp altına boş kovayı yerleştirirken söze girdi Kadiriye Teyze, yapılamazmış gaz ocağı, iyice elden avuçtan çıkmış, öyle demiş Salih efendi. 

Çeşme hüzün dolu sanki. Lülesinde beliren su kabarcıkları gözyaşları olmasın? Hem ağır ağır akması üzüntüsünden mi?

Neyse ki az sonra Neriman Hanım gelecek. Şen şakrak gülüşüyle ve üstüne başına yansıyan zenginliğiyle. Ne kadar da yeni entarisi, eşarbı, terlikleri…  Gördünüz mü koluna yeni bir bilezik takmış pırıl pırıl. Sohbete kaldığı yerden girecek sanki tüm konuşulanları dinlemiş gibi, “Biz de var kullanmıyoruz. Ben götüremem yanlış anlar, biriniz alıp bırakıverseniz ya n’olur ki?” diyecek. 

Bakın gördünüz mü, çeşme bile duygulandı. Sevincini sanki daha bir coşkulu akarak gösteriyor. Hal bu ki, yeni sürmemişler miydi altına kovayı… Doldurdu da taşırdı bile.

***

Geçen akşam bir genç vardı başında. Kana kana içtiği soğuk suyun ardından bir cigara tellendirmiş, bir de türkü mırıldanıyordu. Sevdiği mi vardı acaba? Yoksa bu mahalleden bu çeşmenin müdavimlerinden miydi? Şu bizim işveli genç kızımız Seher olmasın? Yok yok… Onun bir sözlüsü var askerde. Kim o vakit? Yine o türküyü mırıldanıyor bak işte…

Ey sevdiğim sana bir şikâyetim var / Ne sevdiğin belli ne sevmediğin / Ben de bir insanım bir de canım var / Ne sevdiğin belli ne sevmediğin / Hainsin oy zalimsin oy nedeyim oy.

Halil Emminin kesik kesik ciğerini parçalarcasına gelen öksürük sesi olmasaydı daha çok eşlik edecekti çeşme türküye. 

Dikkat ettiniz değil mi, sanki akışının ritmini değiştirdi, gürül gürül çağlama sesini bırakıp temposunu düşürdü. O ahenk içinde geceyi bölen şırıltısını sanki dertli bir aşığın yürek yakan nidasıyla bütünleştirdi.

Daha kim bilir kaç gece, gecenin güneşi, gündüzün ayı saklamasına şahit olacak. Şiddetli yağmurların azametine inat, akustiğini, dinginliğini hiç bozmadan kalabalık arasında salınan nazlı ceylan gibi akışını sürdürecek.

***

Kışın gördünüz mü o çeşmeyi? Tamam suyunu azaltacak belki, çat ayazı hafif serinliği ile buharlarını saça saça delip gelecek; ama size elinden gelen tüm maharetiyle bir sanat eseri meydana getirecek.

Soğukla, ayazla el ele verip etrafa sıçrayan her damlasını bir kristale dönüştürecek. Sabah uyandığınızda onu bembeyaz gelinlik içinde göreceksiniz. Kurnasından lülesine kadar buzlarla süslediği görüntüsü sizi de hayrete düşürecek. Her damlayı kristale çevirip ucu ucuna ekleyip bir dantel naifliğinde, kendini, etrafını süsleyip kışın keyfini sürecek. 

Görmediniz mi, kardanadam yapmak için kar yağmasını sabırsızlıkla bekleyen afacanları? İşte bizim sokak çeşmemiz her zaman afacan. Yıllar geçtikçe çocukluğundan hiçbir şey kaybetmiyor. Bakın kurnasının etrafını nasılda buzdan kocaman bir kutuya çevirmiş. Kendi sığacağı kadar bir boşluk bırakıp tüm kurnanın üzerini kristal örtüyle kapatmış. Ya şu lülesinin etrafında oluşturduğu kristal heykel? Çocuklar onu bir canavara, kadınlar camdan yapılmış bir peri masalı sarayına, yaşlı amcalar hoyrat bir kocakarıya benzetecek. Aman bu alkarısının işi olmasın? Öyle ya, daha geçen gece anlattı Şakir Dede hikayesini. Hep böyle gece yarısı ortaya çıkar yeni doğmuş lohusa kadın arar, etrafa iz bırakır kaçarmış.

Ne güzel gülüyor çeşme fark ettiniz mi? Bakın, soğuğa inat yine buharlarını saça saça coştu. Kahkahası mı bu onun acaba?

Sahi, şu yanı başındaki sokak lambası ile dostlukları biter mi bir gün? İnadına bütün ışınlarını çeşmeye yansıtmıyor mu? Birbirlerine bakışıp aşk şarkıları mı söylüyorlar? Bundan mı bazen gecenin sessizliğinde sokağın taa öbür ucundan duyuracak kadar şırıltıyla akması, bazen de sessizliğe gömülüp akmıyormuş gibi saklanması?

Eyvah! İşte Esma hatun geliyor, kalın basma entarisinin üzerine sünmüş hırkasını geçirmiş, yaşmağını burnunun üzerine kadar çekmiş, elinde sobadan çektiği bir kova külle…

Az sonra elindeki köstavası ile çeşmenin tüm şevkini, neşesini, yerlere, duvarlara resmettiği hayallerini kapkara edecek. O da haklı. Yaşlı genç, çoluk cocuk ve cümle ahali kayıp düşmesin diye kömür küllerini çeşmenin sabaha kadar özene bezene yaptığı kristallerin üzerine atacak.

Esma hatunun köstavasıyla külleri her serpiştirdiğinde çeşmenin nasıl mahzunlaştığını, sessizliğe büründüğünü gördünüz mü? İçin için nasıl üzüldüğünün hissediyor musunuz? Akışındaki kesintisiz melodinin nasıl sekteye uğradığını fark ettiniz mi? Ne demişti şair; Hiç bitmeyecek bir zevk verirken beste / Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir. 

Ahenk kesildi işte. Zaten Şakir Emmi de, elindeki küçük nacakla yaklaşıyor yavaş yavaş. O da her kış kendine vazife edindiği gibi duvarlarındaki ve kurnasındaki sanat eserlerini kıracak. Damla damla ördüğü kışlık giysisini bir çırpıda tuza çevirip sokak çeşmesini kışın çat ayazında açıkta ve çıplak bırakacak. 

Ne kadar da ürktü çeşme.

Sahi üşür mü acaba? Muhakkak üşür. Ama sıkıntı yok. Bıkmadan usanmadan her gece farklı bir desenle yeniden kendini buzdan giysinin içine hapsedecek. Şakir emmi bir inat, sokak çeşmesi bir inat. O kıracak, çeşme yeniden buzlanacak.

Hele bir yaz gelsin, hele bir can yoldaşları serçeler etrafında gülüp eğlensin… Sokak kedileri ve köpekleri susuzluğunu gidermeye başlasın o zaman görün siz çeşmenin neşesini. Ürkek ürkek taşına konan serçelerin üzerine akıtsın sularını, bir güzel serinletsin onları, dillerinden dökülen nağmelere şırıltıysa bir eşlik etsin… Görün siz o zaman aralarındaki görünmez aşkı, birbirlerine nispet yapmalarını, karşılıklı şakımalarını.  Ya kediler? Lülesine kadar dilini uzatıp serinleyen sokak köpekleri? 

Sanki daha mı bir candan akıyor o vakitler çeşme? Şırıltısına haklı bir gurur mu yüklüyor ne?

***

Nihayet buluştular can dostu Deli Kaya’yla. Herkes deli diyor ona. Hep gülüyor. Tek ayağı sanki plastikten. Bastonuna yüklenmese sağ eliyle, o ayağı taşımayacak gibi vücudunu. Ah şu yaramaz afacanlar yok mu? Ne isterler Deli Kaya’dan? Peşinden ayrılmazlar, oyunu bırakıp garibi kızdırmanın gayretine düşerler. Çeşme kızar sanki Deli Kaya’nın yerine. Daha bir gürülder akarken. Deli Kaya hiç kızmaz aksine, bastonunu havaya kaldırınca kaçışıp gider çoluk çocuk bağıra çağıra. 

Bak yine oturdu kurnanın başına. Belli ki onun çeşmeye, çeşmenin ona anlatacakları var. Bir şeyler mırıldanıyor Deli Kaya. Ne diyor acaba? Niye sessizce dinliyor çeşme? O susunca sanki şırıltıları mı artıyor? Yoksa kadınların sabahki çeşmebaşı sohbetini mi anlatıyor Deli Kaya’ya? Yahut nasihat mi ediyor? Arada elini ıslatıp başına, yüzüne, ensesine sürüyor Deli Kaya, ama ne diyor ki çeşme ona? Gözünü kısıp niye uzun uzun bakıyor suyun akışına?

***

Anlaşıldı, bu gece de efsunlu gelecek çeşmenin sesi çocukların kulağına. O, geceye aralıksız bir şeyler anlatacak, anlattıkları çocukların rüyalarında peri masalları olacak. En erken kalkıp çeşme başına koşan çocukla yeni hikâyeler başlayacak.

Kaç çocuğun sünnet yemeğine, kaç evliliğin düğün yemeğine, kaç rahmetlinin yıkanmasına vesile oldu. Kaç gelinin derdini dinledi, kaç ninenin hatıraları ile hüzünlendi, neler gördü neler geçirdi. En kötü anılar onunla akıp sonsuzluğa gitti. En güzel anlar ve anılar onunla vücut bulup sofraları, mideleri, ciğerleri şenlendirdi.

Şimdi mahzunlar, yalnızlar ve suskunlar. Şen şakrak türküler söyleyip şırıl şırıl akmıyorlar. Bir gün yerle yeksan olmaya başladılar. Avucuna akıp yüreğini soğuttuğu, hatıralarını dinleyip sohbetlerine sessizce ortak olduğu, onlarla ağlayıp onlarlar güldüğü insanlar, onu harap olana kadar unuttular. Yıkılanı yapmadılar, kuruyanı akıtmadılar. Son şırıltılarındaki feryadı duymadılar, son damlalarındaki gözyaşını anlamadılar.

***

Çeşmeler; mahallemizin, sokağımızın, hatta insanlığımızın, Müslümanlığımızın simgesi, kültürümüzün parçası, kimliğimiz, benliğimiz… Haznesi, çatısı, birçoğunun işlemeli saçağı, zarif kitabesi, alınlığı, maşrapalığı, ayna taşı, lülesi, yalağı, kurnesi, tekne seddi, çeşmiciği, dinlenme yeri ve kemeriyle yaşayan kültürümüz çeşmelerimiz.

Şimdi Ali Kızıltuğ’un o meşhur türküsünü seslendirmekteler:

“Ceylanlara su vermeyen pınarım/ Taşlarına baykuş konmuş gel hele…”

(Hayat Ağacı Dergisi – Sayı: 44 – 2022 Güz)

NASIL İNSAN?

Henüz on yaşlarındaydım. Bir sabah rahmetli annemi erken saatte ve kışın çat ayazında avlumuzda bir şeylerle uğraşırken gördüm.

Hafta sonu olduğu için geç kalkmıştım muhtemelen. Beni görür görmez, “Parkanı giy de gel çabuk” dedi.

Yanına iner inmez, iki eli hırkasının içinde, “Koş git, Şerif’i, Zehre’yi, Ayşe yengeni, Faddiliyi (adı Fatma teyzeydi ama büyükler bu isimle çağırırdı), Fikriye’yi çağır gelsinler” dedi. “Acele etsinler!” diye de tembihledi.

Zaten hepsi birer ikişer kapı ötemizdeki komşu kadınlardı. Tek tek kapılarını çalıp “Annem acele seni çağırıyor” dedim. Benim de merakım artmıştı. “Hayır olsun, bişey mi oldu?” diyene de “Bilmiyorum” deyip bir sonraki teyzenin adını veriyordum, “Onu da çağıracağım” diye.

Bazıları daha ben uzaklaşmadan atkısını başına örtüp bizim evin yolunu tuttu. Belki de en son gelen Ayşe yengemle bendim… Ayşe yengem hem de büyük amcamın hanımıydı.

Annem hiç geciktirmeden ve daha sormalarına bile fırsat vermeden söze, “Anam, siz nasıl insanlarsınız?” diye girince buz gibi hava daha da dondurucu hale geldi.

“Şu yeni taşınanların kapısını hiç mi itekleyip bir bakmadınız, sormadınız” dedi.

O teyzelerden birinin yanındaki eve yaz sonunda birileri taşınmıştı. Annemin direkt söze girişinden aslında kimi kastettiğini de hepsi anlamıştı ve ses etmemişlerdi. Komşu önemliydi ama kapı komşusu daha bir önemliydi.

Genç bir karı koca ve biri üç diğeri annesinin kucağında iki çocuk. At arabasının yarısı kadar eşya ile gelmişlerdi. Fazla eşyaları yoktu. Daha çok yatak-yorgan, ot yastıklar, bir somya ve mutfak gereçleri ile bohçalara sarılmış muhtemelen kıyafetlerden oluşan eşyalar kısa sürede eve yerleştirilmişti.

Sonraları öğrendiğimize göre adamın sabit bir işi yoktu. Sabah ezanı ile önce toptancı haline gidip orada kamyonlardan kasalarla sebze meyve indirip üç beş kuruş kazanıyormuş, oradaki işi bitince de amele pazarında günlük iş kovalıyormuş.

Doğal olarak bu ailenin diğer komşular gibi kara kışa hazırlanmış olması imkansızdı.

Rahmetli annemin o gün gözüne uyku girmemiş. Sabah erkenden kalkıp kocası işe gidince gitmiş çat kapı içeri girmiş. Kadının ve evin haline bakıp geri dönmüş. Kızgınlığını o anlatınca anladım.

“O sabiler buz tutmuş” dedi. “Evde un uçmuyor, kepek kaçmıyor” diye de ekledi. Diğer teyzeler de üzüldüler. Komşu kadınların suçlu kendileriymiş gibi mahcup dinlemeleri, bazılarının, “Biz ne bilek anam kimse söylemedi ki” demeleri karşılık bulmadı.

On dakikadan fazla sürmeyen bu küçük ama dev operasyon sonraki beş dakikada organizasyona dönüştü. O eve odun-kömür lazımdı, kışlık bulgur başta olmak üzere diğer kuru gıdalar lazımdı. Un lazımdı, yağ lazımdı…

Herkes bir ucundan tuttu. Fatma teyze kömür işini hallettirecekti. Oğlu valilikte çalışıyordu ve bu onun için kolay olacaktı. Un, bulgur işini Ayşe yengem üstlendi. Hafta sonu köyden kardeşlerinin geleceğini ve onlara tembihleyip hayırlarına getirteceğini söyledi.

Diğer bazı kuru gıdaları Şerif teyze saydı. (Muhtemelen adı Şerifeydi ama büyük-küçük herkes Şerif diye hitap ederdi.) Evlerinin altında büyükbaş hayvan beslerlerdi. Dolayısıyla günlük süt de ona düşmüştü.

Evin et ihtiyacı Fikriye teyzenin işiydi. Kocası kasaptı ve hiç ikileyip üstelemeden “Tamam abla ben hallederim” dedi. Sadece et değil, tüm sakatat türünü de annem ona tembihledi.

Zehre ablayla annem o günden başlamak üzere sebze meyve gibi günlük ihtiyaçlar için seferber olacaklardı. Tüm bunların takibini de yine anneme bıraktılar; “Anam sen bak söyle, hep birden sormayalım, arada uğra eksiklerini sor. Biz de uğrarız yine de” dediler.

O sabah çocuklar ve anneleri için giyilmemiş kışlık kazak, çorap, hırkadan tutunda, çayına şekerine kadar tam tekmil gönderilecek her şey bir bir konuşuldu.

Ben rahmetli annemin, sabah avluda boş bir işle uğraştığını zannederken belli ki o kafasında kimleri çağıracağını da belirlemişti. Onca komşunun içinde kimin hangi yardımı yapabileceğini önceden planlayıp beş kadınla işi bitirmişti.

Nakit para yardımı içinde herkes akraba, kavim, hısım durumu iyi olup zekattır, yardımdır verebileceklere haber salmak için sözleşip ayrıldı.

Annem çok rahatlamıştı. Sabah erkenden hazırladığı bir pazar çantası yiyecek malzemesini kendisi, bazı giysilerden oluşan bir çıkını ise bana verip o yeni komşulara gittik.  Ev bir oda bir de mutfaktan oluşuyordu. Bahçesinde de tuvaleti ve çeşmesi vardı. Elimizdekileri bıraktıktan sonra annem genç kadınla biraz konuşup evimize geldik.

Muhtemelen eskiden sosyal yardımlar yoktu. Varsa da bizim haberimiz yoktu. Kimsenin kapısına kolilerle yiyecek yardımı filan geldiğine şahit olmamıştık.

İlerleyen günlerde ilk olarak bir at arabası kömür geldi. Takip eden cumartesi rahmetli babam yine bir at arabası ile odun getirdi. Herkes üzerine düşeni hem de vakit geçirmeden yapmaya başladı.

Sokağımıza gelen seyyar satıcılardan alışveriş yapan teyzelerin, aldıklarından birer kilo daha alıp çocuklarla o eve gönderdiklerini seyretmenin iç hazzını hiçbir şeyin vermediğine halen şahidim.

Eminim ki, o mahallede o günlerde kimin sofrasına ne geliyorsa o ailenin sofrasında da aynı şeyler oluyordu.

Doymadan önce doyurmayı yaşam biçimi edinmiş o nesil, dayanışma ruhunun en zirvelerini yaşayıp bu dünyadan göçüp gitti.

(Hepsine rahmet olsun.)

Bunları niye yazıyorum?

Geçen gün haberlerde altı yaşında bir kız çocuğunun açlıktan ve darp edilmekten öldüğünü görünce dehşete düştüm. Hem de babaannesinin ve teyzesinin yanında bu açlığı ve ölümü yaşamış olmasının ona çektirdiği acıyı tahayyül bile edemedim.

Zihnimde hep rahmetli annemin o günkü sözü yankılandı durdu…

“Siz nasıl insanlarsınız?”

Sahi nasıl insanlar olduk?

(Kızılırmak Gazetesi – 20/12/2022)

EKİP…

Birtakım mevkilerde yönetimlere talip olanlar, mutlak suretle ekibini de kurmak zorundalar.

Halay ekibinde, ekip başı oyunu ne kadar düzgün oynarsa oynasın, takip edenlerin bir tek yanlış ayak hareketi bile tüm oyunu bozar.

Bu yüzden, halay ekipleri, birbirlerine uyum sağlayan arkadaşlarını tercih ederler hep. Ekibe yeni katılanlar, en çok ekip başını tedirgin eder. Bu yüzden son derece ihtiyatlı oynar. Gözünü ekibin diğer üyelerinin üzerinden ayırmaz.

Orkestrayı düşünün.

Bir şef vardır ama, o şefin varlığı orkestranın uyumu için tek başına yeterli değildir. O enstrümanı seslendirenlerin de birbirleri ile uyumlu olması gerekir.

Bir orkestranın konsere çıkmadan önce aylarca çalışıp aynı parçayı icra etmesi, en ince detayına kadar o uyumu sağlamaya yöneliktir.

Eğer, orta saha oyuncuları ile savunma oyuncuları arasında anlık iletişim bozukluğu, uyumsuzluk yaşanıyorsa, gol atayım derken topu kendi kalenizde görürsünüz.

Savunma oyuncuları forvetin, forvet oyuncu stoperin dilinden anlamıyorsa, haftanın her günü yaptıkları antrenmanlarda o uyumu sağlayamamışlarsa, gözünüzü kendi kalenizden ayıramazsınız.

Topu ne kadar karşı tarafa şutlarsanız şutlayın, geri dönüp gelmesi, dakikayı bile bulmaz!

Böyle bir uyumsuzlukta, teknik direktörün varlığı, saha kenarında boy göstermekten ileriye gitmez.

Duvar ustası işinin ehli değilse, sıvacı sıvayı, kalıpçı kalıbı, demirci demiri bilmiyorsa, biliyor ama işinin ehli değilse, ne kadar iyi mimar-mühendis olursanız olun o inşaat bitmez.

10 katı çıkarsınız, çatısı kafanıza çöker!

Dıştan görüntüde bina vardır, içten çökmüştür…

Ekipte, halaydaki uyumu ortadaki eleman bozuyorsa, herkes gözünü ekip başına çevirir…

Orkestrada, uyumsuz sesler çıkıyorsa, suçu davulcuda, klarnetçide, kemancıda aramazlar. Orkestra şefi, eleştirilerin odağında olur. Hiç kimse, yaylı sazlar bu işi bilmiyordu demez, “Bundan şef olmaz!” der…

İster kaleci acemi olsun gol yesin, ister orta sahanız çöksün ya da forvetiniz, stoperiniz alacağınız bulacağınız en kaliteli futbolcular olsun! Takımın yediği her golün hesabını teknik direktörden sorarlar…

Ortaya atacağınız bahane, göstereceğiniz gerekçeler, işin çözümü değildir. Tüm hatalar, eksiklikler, yanlışlar üst üste birikir, sonuçta seyirciler ya da jüri konumunda olanlar, “Balık baştan kokar” der işin içinden çıkar.

Tek tek hesap sorma imkânı olmadığı için, tüm fatura, halay başına, orkestra şefine, teknik direktöre, mimar-mühendise kesilir…

Tez elden…

Kendisini bu mevkide gören herkes dönüp nereye bakması gerekiyorsa oraya bir baksın.

(Kızılırmak Gazetesi – 27/10/2022)

YAĞDIR MEVLAM SU!

Otuz yıl önce gazeteciliğe başladığımda Sivas’ta kronikleşmiş su sorunu vardı; bugün halen gazeteciler su sorunu haberi yapıyor.

Üstüne bir de şehrin içme ve kullanma suyu ihtiyacını karşılayacak 4 Eylül Barajı yapılmış olmasına rağmen…

Şimdi geldiğimiz noktada, Belediye Başkanı Hilmi Bilgin ve ekibi sorunu çözmek için gece gündüz çalışıyor; su kesintilerine de maalesef hazırlıklı olun diyor.

Çünkü suyu el birliği ile bitirdik!..

Öteden beri belediye yönetimlerini eleştiren var, yeterince çaba harcanmadığını söyleyen siyasetçiler var, çözüm olarak tek tük alternatif öneriler ortaya atan var…

Şimdi bakıyorum, hepimizin elimizde iğne, kime batıralım diye geziniyoruz.

Lâkin şehir, yıllardır “hortum” sıkıntısını çözebilmiş değil.

Bir kova suyla yıkayabileceğimiz bir dükkânı, hortum bağlayıp belki yüz kova suyla yıkamaktan vazgeçmiyoruz.

Dükkanımızın önünü birkaç dakikada bir süpürgeyle temizlemekten imtina edip, hortumu çeşmeye bağlayıp dakikalarca kaldırım, yol kenarı yıkıyoruz.

Üç lira verip bir benzin istasyonunda aracımıza su tutmak bizi kesmiyor. İlle hortum olacak, belki saatlerce su akacak ki, içimiz rahat etsin.

Sensörlü musluklar bazı işyerlerinde ve işletmelerde var ama evlerimize lavabolarımıza taktırmayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz.

Bir bardak suyla yapabileceğimiz diş fırçalama işini bile bir sürahi sudan daha fazlasıyla yapıyoruz.

Temiz tutamadığımız ve asla tutamayacağımız için umumi tuvaletleri klozetle tanıştıramıyoruz. Girince açıyoruz musluğu, artık ne kadar sürede işimizi görüyorsak, çıkarken kapatmaya bile tenezzül etmiyoruz.

Evimizde bile bu konuda aynı hoyratlığı göstermekten imtina etmiyoruz.

Boşa akan, taşıp giden kurnalarımız bize zevk verir olmuş. Sivaslı deyimiyle yunup paklanmak için bir arazözün yarısını dolduracak suyu boca etmeyi marifet sayıyoruz.

Daha az su harcayan duş sistemi bizi paklamıyor!

Dört bir yana yapılan koca koca gösterişli binalara hayran hayran bakıyoruz. Betona dönüşen her yeşilliğin kuraklık olarak döneceğinin farkında değiliz.

Hadi bu binaların kendi enerjisini üretmesi için bir sistem kurmayı akıl eden de yok, talep eden de yok…

En azından yağmur suyunu toplayacak ve yağışlı günlerde o koca koca binaların bir haftalık, belki bir aylık su ihtiyacını karşılayacak sistemi hiç aklımızın ucundan geçirmiyoruz.

Hiç kimse, boşa harcadığımız bir damla suyu çocuklarımızdan çaldığının farkında değil…

“Parasıynan değil mi gardaaşş” zihniyeti maalesef iliklerimize işlemiş.

Parayla aldığında bitmeyeceğine kanaat getirmiş zihinlere su sorununu anlatmanın, kavak ağacından meyve beklemek olduğunun farkındayım.

Onun için sosyal eğitimin temeli bu olmalı. Bir şekilde suya kesintisiz kavuşabiliriz; yetkilileri ilgilileri farklı projeleri farklı zamanlarda hayata geçirirler.

Ama zihniyet değişmeden her beş-on yılda bir su kesintileri başlar ve elimizde iğneler kime batıralım diye dolaşır dururuz.

Çıkarın artık şu çuvaldızını da kendinize bir kez batırın…

Modernlik, çağdaşlık, gelişmişlik, refah evinizde, işyerinizde suyun şırıl şırıl kesintisiz akması değil…


Sizin ne kadarından tasarruf edebilip ne kadarını çocuklarınıza bıraktığınızdır.

Yoksa bir kuşak daha, “Yağdır mevlam su” şarkısını mırıldanıp gezmeye devam eder.

Sağlıcakla kalın…

(Kızılırmak Gazetesi – 22/09/2022)

AHDE VEFA

Kolağası Halil Bey ittihat ve terakki partisinin ileri gelenlerindendir. Enver Paşa’nın da kendisinden küçük amcasıdır.

O günlerde İttihat ve Terakki Partisi’nin toplantısı yapılmaktadır. Tüm genç subaylara toplantıya katılması için çeşitli şekillerde davetler yapılır. Bu davetler genellikle geleceği parlak subaylar arasından seçilmektedir.

Adından sıkça söz ettirmeye başlayan ve engin askeri fikirleri ile etrafından önemli bir saygınlığa erişen bir başka kolağası da toplantıdadır.

Ancak onun düşünceleri farklıdır. Davete icabet etse de bir askerin parti işleri ve siyasetle uğraşmasını doğru bulmadığını, hatta İttihat ve Terakkinin de bu anlamda askeri yapıya zarar verdiğini belirtir.

İttihat ve Terakki yönetimi bu öneri ve düşüncelere çok kızar. Hatta daha da ileri gidip bu subayın öldürülmesini ister. Görevi de en çok güvendikleri Halil Bey üstlenir.

Ancak Halil Bey, türlü yollarla bu görevi savsaklamaktadır. Harp okulundan tanıdığı kendisi gibi bu genç subayın öldürülmesine gönlü razı değildir.

Niyetini, amacını, kastını, düşüncesini, fikrini, hedeflerini ve gayelerini uzun uzun dinlemiştir. Vatan sevgisinden zerre şüphe duymamaktadır.

İttihat ve Terakki yönetimi sekteye uğramış bu görev için Halil Bey’i zorlayamaz. Nitekim Halil Bey’de İttihatçıların niyetini bir şekilde arkadaşına söylemiş ve kendisini ancak bu şekilde koruyabildiğini anlatmıştır.

Dostluk bâki olsa da yollar ayrılır. Araya savaşlar, cepheler farklı görevler girer. 

Aradan yedi yıl geçmiştir. Osmanlı topraklarında savaş bitmediği gibi her gün yeni bir cephe açılmaktadır. Halil Bey, bu arada hızla yükselişini sürdürmüş son olarak Mirvala rütbesindeyken 6. Ordu komutanlığına atanmıştır. 

Irak cephesinde savaşan Halil Paşa, Kut-ül Ammare kasabasında İngiliz ordularını esir alır. İngiliz birliklerine ağır kayıplar verdirerek adını tarihe Kut’ül Ammare kahramanı olarak yazdıran Halil Paşa, tam bir yıl sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle birliklerinin bir kısmını İran cephesine kaydırınca, Bağdat’a giren İngilizler Kut’ül Ammare’yi yeniden ele geçirir.

1919 yılı Halil Paşa ve diğer ittihatçılar için savaşmaktan daha zorlu geçen günlerdir. Halil Paşa, İngilizlerin baskısıyla yüz binlerce insanın ölümüne sebep olmakla suçlanıp idam cezası verilmek üzere Bekir Ağa bölüğünde hapse atılır.

Bu onurlu ve kahraman bir asker için bir yıkımdır. 

***

Aynı günlerde Sivas Kongresi’ni tamamlayıp, Millî Mücadeleyi yine Sivas’tan idare eden Mustafa Kemal Paşa, durumu bir telgrafla öğrenir. Halil Paşa gibi bir vatanseverin vatana ihanetle yargılanıp idam cezasına çarptırılacak olmasına çok sinirlenir.

Derhal telgrafhanenin yolunu tutar ve gizli bir operasyonun startını verir. “Halil Paşa’nın hapishaneden kurtulması halinde İzmir Cephesi komutanlığının kendisine verileceği” emrini Bekir Ağa bölüğüne iletir.

Emir ve mesaj hapishanede görevli vatanseverler tarafından alınmıştır. Halil Paşa, subay giysileri giydirilerek hapishaneden kaçırılır.

Mustafa Kemal Paşa, Halil Paşa’nın Sivas’a gelmesi mesajını iletme görevini Kara Vasıf Bey’e verir. 

Kara Vasıf Bey günler sonra, cezaevinden kaçırılan Halil Paşa’yla buluşarak Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini Sivas’ta beklediğini iletir. Nitekim gizlice yola çıkan Halil Paşa, at sırtında günler süren seyahatinin ardından Mustafa Kemal Paşa’ya, “Yarın Sivas’tayım” telgrafını çekip Sıcak çermiğe ulaşır.

Mustafa Kemal Paşa sabırsızdır. Bir an önce Halil Paşa’yı görmek niyetindedir. Derhal arabayı hazırlatıp Sıcak Çermiğe gider. 

Yıkanmak, temizlenmek için hazırlık yapan Halil Paşa, kaldıkları evin önüne bir aracın yaklaştığını fark edince önce telaşlanır sonra kadere boyun eğer. Ne olacaksa olacaktır. Gelen araç evin önünde durduğunda da dışarı çıkar.

Gerisi tam bir duygu selidir. 

***

İttihatçıların “Öldür” diye görev verdikleri ama onun aksine dostluğunu pekiştirip fikirlerinden ve askerlik dehasından etkilendiği Mustafa Kemal Paşa karşısındadır. Nice cephelerde savaşıp kazandığı, Çanakkale’de adını altın harflerle yazdırdığı, son olarak da yaptığı kongreler ve başlattığı Millî Mücadele ile gurur duyduğu Mustafa Kemal Paşa, Pera Palas’da birlikte yedikleri yemekten uzunca sürenin ardından üç-beş adım ötesindedir.

Uzun uzun kucaklaşırlar. Ayak üstü dertleşirler. İkisinin de gözleri yaşarmıştır. Halil Paşa pek taraftar olmasa da onu Millî Mücadeleyi yönettiği Kongre binasına götürür. 

Halil Paşa Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’nın yanında güvende olsa da rahat değildir. Nitekim, “Ben İttihatçıyım ve Enver Paşa’nın amcasıyım. Benim yüzümden bu hareketin İttihatçı bir hareket olarak gösterilmesine izin veremem” der ve gitmek istediğini söyler.

Mustafa Kemal Paşa, onu tekrar İstanbul yönetiminin ve Sarayın kucağına atmayı şiddetle reddeder. Doğu’ya gitmesini, Ermenistan üzerinden Azerbaycan’a geçip hem soydaşlarımızın sorunlarıyla ilgilenmesini hem de Bolşeviklerle temas kurup Millî Mücadele için yardım toplamasını ister.

Halil Paşa bu görevi seve seve kabul ederek, adına düzenlenen Binbaşı Kâmil Bey vesikası ile Sivas’tan ayrılır. Aldığı görevi de zaten hakkıyla yerine getirmiştir. 

***

Bunları niye yazıyorum?…

Hani ahde vefa çok kullanılan bir kelimedir ya…

İşte canlı kanlı yaşanmış karşılığı bulur. 

Çünkü ahde vefa imanın temelidir.

Sağlıcakla kalın…

***

(Sayın Ahmet Necip Günaydın hocamızın “Milli Mücadelede Sivas, 108 gün” eserinde de muhteşem kaleminden, geçmişe ve geleceğe örnek bu tarihi olayı daha geniş olarak okumak mümkündür.)

13/09/2022 KIZILIRMAK GAZETESİ

NASILDI O SÖZ?

Aslında her şey yıllar önce Boğaziçi köprüsünün satılıp satılmaması tartışması ile başladı. 1983 seçimlerine giren parti liderleri ekranlarda vaatlerini anlatırken, Turgut Özal, kaynak yaratmak için köprüyü satacağını söyledi.

Bilenler bilir… O tartışmada yumruğu masaya vurup “Sattırmam” diyen Necdet Calp, o çıkışıyla büyük sükse yapmıştı.

O tartışma, 1930 yılında milli bir ekonomi oluşturmak için başlatılan devletleşme serüveninin de sona ereceğinin habercisi oldu. Nitekim 1984 yılından itibaren Türkiye, kendini hızlı bir özelleştirme macerasının içinde buldu.

1930 da oluşturulan mantık o dönem Türkiye’yi hızla kalkındırabilecek, en önemlisi de dış bağımlılıktan kurtaracak bir çabanın eseriydi.

Buna göre, her beş yılda bir yapılan kalkınma planlaması ile adına KİT denilen Kamu İktisadi Teşekkülleri kuruluyor, bu şekilde devlet özel sektörün ihtiyaç duyduğu temel gereksinimleri dışa bağımlı olmadan karşılıyordu.

Hem devlet hem özel sektör kazanıyordu.

Devlet uzun yıllar ihtiyaç duyulan alanlarda KİT kurmaya devam etti. 50’li yıllardan sonra işin içine siyaset karıştı. Tamamen profesyonel ve liyakatli yöneticilerin yerini partili yöneticiler almaya başladı.

1984 yılından itibaren kaynak üreten bu kitler, geliştirilmek ve yine profesyonel ve liyakatli yönetimlere devredilmek yerine arpalık olduğu gerekçesi ile satılmaya başlandı.

Devlet, üreterek değil satarak kaynak oluşturma yolunu seçti.

2000’li yıllara kadar bazı siyasiler ara verse de özelleştirme aynı hızla sürüp gitti.

Sonra ilginç bir süreç daha başladı. 20 yıl önce aralanan özelleştirme kapısı aniden sonuna kadar açıldı.

70 yıl süren devletleşme çabaları yerini, “Devlet şeker mi satar?, Devlet Santral mı işletir?, Devlet sigara mı üretir?, Devlet liman mı işletir?” söylemlerine bıraktı.

“Babalar gibi satarım” diyenlerin alkış aldığı günlerden itibaren de tamamı devlet gücüyle yapılabilecek devasa yatımlar satılmaya başlandı.

Sekiz Termik, dokuz hidroelektrik santrali, on şeker fabrikası, on beş sigara fabrikası ve tuzla, Sümer holdingin dokuz üretim fabrikası, on bir liman ve çeşitli alanlarda faaliyet gösterip gösterdiği alanların da sigortası olan on dokuz şirket satıldı.

Bugün A’dan Z’ye tüm ürünler yüksek enflasyon sebebiyle neredeyse üç katı fiyatına satılıyor. Çünkü devletin hiçbir sektörde dengeleyici unsur olacak fabrikası, işletmesi, şirketi yok.

Yurt içine satan da yurt dışına ihraç eden de hammadde de yurt dışına bağımlı. Yüksek dövizle alıyorlar, yüksek maliyetle ortaya getirip yüksek fiyatlarla müşteri bulmasını bekliyorlar.

Önümüzdeki beş yıl hangi planla kalkınacağımızı konuşmak yerine geçtiğimiz beş yıl neleri kaybettiğimizin çetelesini tutar olduk.

Kuşkusuz tüm bunlar o günden bugüne siyasetçilerin ve ülkeyi yönetenlerin suçu değil…

Çünkü millet tüm bunları kırk yıl önce, “Satarım” diyene yüzde 45, “Sattırmam” diyene yüzde 30, “Satana da sattırmayana da karışmam” diyene yüzde 23 oy vererek kabul etti.

Hayat pahalılığı had safhada, enflasyon rekor kırıyor, paramız pul oldu, döviz aldı başını gidiyor, mazotu şimdilik 25 liradan alıyoruz, ekmek şu kadar, Ayçiçek yağı bu kadar, şeker şu fiyatta diye hayıflanmanın, şikâyet etmenin, ona buna çatmanın, oturup kahırlanmanın bir faydası yok.

Sebebi biziz…

O günden bugüne hepimiz.

Nasıldı o söz?

“Kema tekunu yuvella aleykum…”

Nasılsanız öyle idare olunursunuz!

Sağlıcakla kalın…

(10/06/2022 – Kızılırmak Gazetesi)

OMURGA

Omurga insan vücudu için en önemli organlardan biri. Tıp bilimine göre toplamda otuz üç kemikten oluşuyor ve insan bedeninin dik durmasını sağlıyor.

Kırıldı mı, tövbe billah bir daha sizi ayağı kaldırmıyor. Kemik ve et yığını halinde yatıyorsunuz ve ömrünüzü başkalarına muhtaç tamamlıyorsunuz.

Cerrahlar, otuz üç kemiğinizi birbirine vidalasa da dik durmanız artık neredeyse imkânsız hale geliyor. Yamuk yumuk bir vücut yapısıyla yaşayıp gidiyorsunuz.

Yine de tıbben omurga kırığının çözümü var.

Fakat insandaki asıl omurga bu değil. Sizi dik tutan otuz üç kemikten ziyade ete kemiğe bürünmemiş şahsiyetiniz, onurunuz, ilkeleriniz ve prensipleriniz…

Hatta ahlâkınız, saygınlığınız, karakter yapınız, nefsiniz ve hakkaniyetiniz.

Ve dahi beşerî hafızanız.

Sırtınızı boydan boya dik tutan omurganız nasıl eğilir, bükülür, kırılır bilemem ama asıl omurganızın şekli sırtınıza yüklediğiniz küfeyle şekillenir.

Sözü buraya kadar getirip birine ya da birilerine bağlamam kuvvetle muhtemel. Okuyucuyu da bu beklentiye soktuğumun farkındayım.

Ancak şimdilik genel şablonu özetlemekle yetinme niyetindeyim.

Adam satmak çaya limon sıkmak kadar sıradanlaşmışsa omurganız zaten yoktur. Ayakta olmanız dik duruşlu olduğunuz anlamına gelmez.

İftira atmak, çorbanıza tuz atmak kadar normalleşmişse, vücudunuzdaki otuz üç kemik sizi adam etmeye yetmez.

Parmağınızda takılı dolaştığınız zikirmatiğiniz ve dilinizdeki otuz üçlük zikirleriniz de omurgasızlığınıza çare olmaz.

Makam mevki kapmak, para hırsıyla gözünü kırpmadan yalanları diline pelesenk yapmak, itibar görebilmek için otuz üç kemiğe inat taklalar atmak omurganızın sağlam olduğu sonucunu çıkarmaz.

Zamana, mekâna ve makama göre şekil alabiliyor olmanız, omurganızın esnek değil, karakterinizin oyun hamuru kıvamında olduğu anlamına gelir.

Ki, korku karşısında iki büklüm ezilip domates güzeline dönmeniz, omurgasızlık yanında üstüne sizi bir de utangaç ya da çekingen değil sünepe yapar.

Hem de herkesin kullanabildiği, kullandırmak için de elden ele servis ettiği…

Hafıza, omurgalı insanların hasletidir. Omurgasızların hafızasının çabuk kaybolması bu yüzdendir. Her dönem sağa sola savrulmaları, vefa, sadakat duygusuna sahip olamamaları hafızasızlıklarındandır.

Bu yüzden kendi şahsi menfaatlerinden başka hiçbir şeye bağlı olamazlar. Menfaatleri bittiği anda hafızaları da silinmiştir. Zira, tek dostu nefisleri, tek arkadaşları menfaatleridir.

Hafıza demişken, insanların hafızaları da bir dünya gibidir. Zihnimiz ise tarihin arşividir. Her önemli olayı, bilgiyi ve kişiyi kaydeder. Gereksizleri silip gerekliler için yer açar. Onun için omurgasızlar ne tarihin ne de kişi hafızasının kaydetmeye değer görmediklerindendir.

Sırtlarında yumurta küfesi, onursuz ve omurgasız halleri ile asla dik duramadan bir ömrü tamamlayıp geçer giderler.

Geriye kalanlar, hafızalarda yer edenler, omurgası sağlam, onuru, karakteri, kişiliği, ahlakı, saygınlığı, dürüstlüğü ve adaleti ile ete kemiğe bürünmüş olanlardır.

Omurga önemli.

Otuz üç küçük kemik vücudun dik pozisyona gelmesini sağlar…

Ama asıl omurga sizi insan, zamanı gelince de insan-ı kâmil yapar…

Omurganıza iyi bakın, omurgalılara da hayatınızda hep yer açın.

Omurgasızlar zaten menfaat ve çıkarları bittiği anda oyun hamuru gibi başkalarının ellerinde şekil almaya başlamış olacaklardır.

Sağlıcakla kalın…

(21/05/2022 – Kızılırmak Gazetesi)

HARA

Gazeteciliğe başladığım ilk yıllardı. Şeker Fabrikası talepleri alevlenmiş, herkes fabrika yeri önermek için sıraya girmişti. Ancak kimse diğerinin işaret ettiği yeri beğenmemekte ısrarcıydı.

Ziraat Odası Başkanı rahmetli Ahmet Ataman’ın önderliğinde kendimizi haraların önünde bulduk. “İpe un sermeyin, yokuşa sürmeyin, işte size yer” diyordu. Haraların depo olarak kullanılmasını, fabrikanın da yanına inşa edilmesini istiyordu. Yanılmıyorsam binaların tahsisi de yapılmıştı.

Kimsenin ne olacağını bilmediği haraların, şeker fabrikası alanı olarak kullanılmasına akl-ı kâmillerin gönlü razı olmadı.

Rahmetli Nusret Akça at meraklısıydı. Çiftliğinde at beslerdi ve at binerdi. 1992 yılında Türkiye Jokey Kulübünün Sivas şubesini açtı. Açılışını Vali Ahmet Karabilgin’e yaptırdığı Jokey kulübü lokalinde, haraların yarış atı beslenebilir hale dönüştürülmesini, yanına da hipodrom yapılmasını talep etti.

Vali Ahmet Karabilgin, gazetecileri işaret edip, “Kamuoyu oluşturun, siyasi destek bulalım” dedi.

O dönem uydu yayınlarının bile izlenemediği Sivas’ta, “Her derdimiz bitti, işimiz at yarışına kaldı” zihniyeti ağır bastığı için oluşturduğumuz kamuoyu kadük kaldı. Siyasi yapı gereği Ankara’da da karşılığını bulmadı.

Aradan yıllar geçti.

Havaalanı yenilenip şehirden bu yöne trafik artınca gidip gelenlerin gözü doğal olarak haralara daha çok takılmaya başladı.

Vali Hasan Canpolat, 2023 Vizyon Projeleri adı altında Sivas’ın çehresini değiştirecek on beş projeyi kamuoyu ile paylaştı. İçinde en önemlilerinden biri haralardı. Buna göre haralar eski hüviyetine kavuşturulacak, yeni ek tesislerle Sivas’ta binicilik sporuna ev sahipliği yapacak ve at yarışlarının yapılabileceği alanlar oluşturulacaktı. Sosyal donatılarla günlük vakit geçirilebilecek tesise dönüşecekti. Binalar, tahsis edilmiş olan kurumlardan geri alınamadığı için projeye başlanamadı.

Hipodrom talepleri bu dönem yeniden yükselse de siyaseten karşılığını bulmadı.

Sonraki yıllarda görmezden gelenler olduğu kadar, kafasında farklı projeler oluşturan valiler de oldu. Seçim dönemlerinde de siyasilere akıbeti en çok sorulan alan haralardı.

Şehirde söz sahibi zihniyetler değiştikçe taleplerin şekli de değişir oldu.

“İkinci Üniversite alanı olsun, yeni şehirler arası terminal binası yapılsın, örnek hayvancılık ve besicilik tesisleri kurulsun, bazı kamu binaları için alan olsun, TOKİ’ye ucuz konut alanı olarak

açılsın, Kütüphane buraya yapılsın” gibi teklifler bu şehirde yaşayan (ve maalesef) kanaat önderi kabul edilerek sözü dinlenenler tarafından dillendirildi.

Çok şükür ki, şimdi yerinde yeller esen eski Numune hastanesi binası gibi bir karambole getirilip tekliflere kurban edilmedi.

Son olarak Şehir Kültürünü Yayma ve Yaşatma Derneği haralar için aslına uygun restoresi için taleplerini yüksek sesle dillendirmeye başladı. Sık sık gündeme getirilen bu talep bölgenin en azından inşaat alanı olarak açılmasına engel teşkil etti.

Bir sabah haralar bölgesinde sessiz sedasız bir çalışma başladı. Vali Salih Ayhan, yoğun çaba sarf ederek, kafa yorarak ve hatta risk alarak on sekiz yıl önce Hasan Canpolat döneminde hazırlanan projeyi çok daha ileriye taşıyarak yeni bir projeyle haralar bölgesinde ilk çalışmayı başlattı.

Kısa sürede ortaya çıkan eseri tek tek detayları ile anlatacak değilim. Muhtemelen bu şehirde yaşayan herkesin yolu bir gün oraya düşecek ve benim anlatırken eksik bırakabileceğim bu muhteşem alanı ve çalışmayı kendi gözleri ile görecek.

Daha bir kez bile gidip görmeden, hangi aşamalarda hangi zorlu engellerin aşıldığını merak etmeden, “Harcanan parayla fabrika yapılırdı”, “Kaynak nerden bulundu, nasıl harcandı”, “Köylere gidecek para buraya mı aktarıldı” dedikoduları ile yapılmış eseri bile yıpratmaya çalışanlar, kuşkusuz gün gelip buranın müdavimi olacak.

Bu şehirde, çok değerli valiler nice eserler vücuda getirdiler. İlginçtir, en çok çalışanlar, iş yapanlar, eser bırakanlar, her alanda bir adım daha ileri götürmek için kafa yoranlar saçma-salak eleştirilere, çirkin dedikodulara, vicdansız iftiralara maruz kaldılar. Şahsi taleplerine karşılık bulamayanlar, gece hayal kurup sabah komplo teorisi olarak ortaya atanlar, maaşını devletten alıp kendini devlet adamlarından üstün gören boş beyinler, valilerle, siyasilerle, kamu yöneticileri ile görüntü verebilmek için taklacılığın nirvanasını yaşayanlar; çalışan, iş yapan, emek harcayan, eser meydana getirenlerin yakalarına musallat oldular.

Sadece bir eserin otuz yılına şahit olduğum kısa tarihi geçmişini ve geldiği noktayı yazdım.

Yıldızdağı’nı, şehrin dört bir yanında açılan müzeleri, anı evlerini, direkt istihdama katkı sağlayan yatırımları, dillere destan 100. yıl kutlamaları, başka şehirlere gıpta ettiren festivalleri, her Sivasspor maçında minik kalplere yapılan muhteşem dokunuşları, delisiyle-velisiyle bu şehrin sakinlerinin ayrı ayrı kucaklanması…. Hepsini görmezden gelseniz bile tek başına Hamidiye Kültür Parkı, tek başına Yıldızdağı, tek başına müzeler, tek başına yatırımlar, Vali Salih Ayhan’ı hayırla yad etmemize yeter de artar bile…

Her dönem yaşadığımız gibi dün etrafında pervane olanlar bugünden yenisinin yanında yer bulabilmek için yıpratma çabasına başlayacaklar. Bu tiyatral döngü yıllar boyu sürdüğü gibi bundan sonra da sürüp gidecek.

Biz, ömrümüz yettikçe izlemeye devam edeceğiz…

Bin selam olsun bir çivi çakana…

Bin teşekkürler bir eser bırakabilene…

Bin hasret olsun bir adım öteye götürebileceklere…

Allah yolunu açık etsin ve yardımcısı olsun… Biz bıraktığı güzel eserleri ile her zaman hatırlamaya ve hayırla yad etmeye devam edeceğiz Vali Salih Ayhan’ı…

Eminim ki, O zaten hiç unutamayacak Sivas’ı ve Sivaslıları…

Sağlıkcakla kalın…

(13/05/2022 – Kızılırmak Gazetesi)

Fırıldak!

“Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz bir dünya ve hayat için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yok!” sözü ne muhteşem bir sözdür. Her gün yeniden anlam bulur, her an umduğunuz ya da ummadığınız birine biçilmiş kaftan gibi oturur; her duyduğunuzda yeni bir mânâ kazanır, her dillendirdiğinizde yeniden hayat bulur.

Adeta hayat felsefesidir.

Derstir, ibretliktir, nasihattir, iç hesaplaşmanın giriş kapısıdır, dik durmanın, düzgün olmanın amentüsüdür.

Sanki çağlar ötesinden çağlar sonrasına seslenen bir nida gibi kulaklarda asılı kalır, kalplere işler, vicdanlarda silinmeyecek yer bulur. İnsanı kendine getirir; “Titre ve kendine dön” talimatının hayat bulmuş şeklidir.

Evladiyelik söz değil, direkt hayata müdahale eden emir kipinin ta kendisidir. 

Geçmişten geleceğe en çok ihtiyaç duyduğumuz ve duyacağımız bir uyarının şahikasıdır. Sırtına yumurta küfesi yüklemeyenlerin ana ilkesi, karakterlerinin ana damarıdır.

“Bilge insanlar ölüm karşısında hiç şaşırmazlar, gitmeye hep hazırdırlar” demiş La Fonten…

Ölüm karşısında şaşırmayanların, gitmeye her an hazır olanların dilinden dökülebilecek bilinçte ve bilgelikte bir sözdür.

“Dik duracağız, düz yaşayacağız!”

Dik duramamak, düz yaşayamayanların çilesidir. Menfaat ve güç hırsına kapılanların, her kapıda başka türlü faydalananların elbette harcı değildir.

Ne mutlu fırıldak olmadan bir ömrü tamamlayabilenlere… Ne mutlu dik duracak kadar kendinden emin ve bilge olanlara… Ne mutlu ölüm karşısında bile hiç şaşırmayan ve gitmeye hep hazır olanlara…

Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olanlara her sözü bir söyleten var mutlaka… Kalbe indiren, dile getirten…

 Son yoktur ama son söz her zaman vardır; o da bu cümlelerle yerinde ve layıkıyla söylenmiştir.

“Bir saniyesine bile hükmedemediğiniz bir dünya ve hayat için fırıldak olmanın anlamı yok!”

Söyleyene rahmet, söyletene şükr, anlayana ve uygulayana selam olsun.

Tek anlamayan ve anlayamayacak olanlar aramızdaki, etrafımızdaki, bir şekilde hayatımızdaki, yakınımızdaki, çevremizdeki ve belki de burnumuzun dibindeki fırıldaklardır…

Onlar da bizden uzak olsun…


Sağlıkcakla kalın.

(27/03/2022- Kızılırmak Gazetesi)

RÜTBESİ TÜRK

Feyzullah BUDAK
Kişisel Gelişim Uzmanı
YAZAR

Geçen ay son kitabım MUCİZE DOĞUMLAR ile ilgili televizyon programlarına katılmak ve ayak üstü pratik bir imza günü gerçekleştirmek üzere yaptığım birkaç günlük Sivas seyahatimin sürpriz hediyesi, “RÜTBESİ: TÜRK” ile tanışmak oldu. “RÜTBESİ: TÜRK”, çok değerli gazeteci kardeşim Aydın Deliktaş’ın Abide Yayıncılık’tan çıkan ilk kitabının adı. Sivas Paşa Cami Pasajının altındaki Vizyon 58 TV’de  çekilecek programa girmeden önce aynı pasajdaki Vilayet Kitabevi’nde dostlarımla sohbet ederken, o an orada olacağımı sosyal medyadan öğrenen Aydın Deliktaş kardeşim Antalya’dan aradı ve “RÜTBESİ: TÜRK” adlı ilk kitabının kendi ricasıyla kitabevi tarafından bana hediye edileceğini bildirdi. Nitekim kitapla biraz sonra tanıştık.

Kitabı Ankara’ya döner dönmez okumama rağmen bitirmem gereken bazı acil işler sebebiyle onun hakkında yazma işini biraz geciktirdim. Ama hakkında yazamadığım bu süre zarfında kitabın üzerimdeki tesiri hiç eksilmedi. Sonunda kitabın bende yarattığı o hiç eksilmeyen tesir, onun hakkında yazamamaktan doğan ciddi bir rahatsızlığa dönüştü ve bugün elimdeki işlere bir ara vererek daha fazla gecikmeden “RÜTBESİ:TÜRK”ü yazmaya karar verdim.

Kitap tanıtımlarında o kitabın konusunu özetleyerek okuyucunun merakını gidermeyi doğru bulmuyorum ama bu kitabın hem kendi içinde veya önsözünde anlatılmayan, hem de bildiğim kadarıyla başka bir yerde yayınlanmayan  ilginç doğuş hikayesini anlatmalıyım.

Sivas’ta yaşayan gazeteci Aydın Deliktaş kardeşim Cuma namazlarını genellikle Yukarı Tekke’deki Abdulvahabı Gazi Camisinde kılıyor. Bir gün Cuma Namazı çıkışında içinden gelip onu yönlendiren bir ses ile her zamanki yolundan dönmek yerine ters taraftan geniş bir çember çizerek mezarlar arasından yürümeyi tercih ediyor. Aslında her mezar taşı insanoğluna bir çok şey söyler ama gördüğü bir mezar taşı Aydın Kardeşimin çok dikkatini çekiyor. Normal bir insan boyu yüksekliğindeki o taşta yazılanlar şöyledir;

“GAZİ ÖN YZB. SEYİT MEHMET ÖKTEM. (D.1299  –  Ö.1942) 27.8.323 Harbiyeden mezun olmuş; 19.04.330 Çatalca Savaşlarında yaralanmış, Cephenin müdafaasındaki cesaretinden dolayı yüzbaşılığa terfi etmiş, Erzurum Cephesinde ayak parmakları donmuş, Erzurum Hastanesi’nde kesilip 19.5.341 tarihinde emekliye sevk edilmiş, 8.6.937 tarihinde ayak parmakları bitti diye maluliyeti kaldırılmış, 12.2.1942 tarihinde mali sıkıntı içinde ölmüştür.”

Hem boyutları ve hem de içeriği itibariyle bir tarihi yazıt gibi duran bu dev mezar taşında yukarıdaki yazıların altında kalan boş kısma da o mezarda yatan muhteremin Harbiye Subay Kılıcı görkemli bir şekilde nakşedilmiş.

O güne kadar özellikle yerel gazetelerdeki etkili köşe yazılarıyla tanınan ama bu mezar taşını gördükten sonra çok önemli bir romanın yazarı olacak Aydın kardeşim önce bu taştaki “ayak parmakları bitti” sözünü “ayak parmakları tükendi” şeklinde anlıyor ve bu ifadeye bir anlam veremiyor. Ama gazeteci merakıyla bu anlamsızlığın peşine düşüp, o mezarın kime ait olduğunu araştırarak sonunda o mezarda yatan rahmetlinin torununu buluyor. Aslında bu mezar taşını yazdıran oğul, Aydın Beyin bulduğu  torunun babasıdır. Öncelikle “ayak parmakları bitti” ifadesiyle ilgili merakını gideriyor. Meğer bu ifade, tıpkı toprağa atılan bir tohumun zamanı gelince bitmesi (uzayıp toprak üstüne çıkması) gibi o mezarda yatan rahmetlinin kesik ayak parmaklarının “yeniden uzaması” anlamında kullanılmış.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın merakı peşine düşerek ulaştığı hikaye müthiştir ve torunun elinde bu hikayeye dair bazı evraklar ve resimler vardır. Yazarın derin alakasından etkilenen torun, “demek ki babamın dediği o gün, bu günmüş” diyerek elindeki belgeleri ve resimleri Aydın Beye verir ve babasından dinlediği hikayenin tamamını yazara anlatır. Yazar yine gazeteci merakıyla toruna “o gün, bu günmüş” ifadesinin hikayesini de sorar ve öğrenir. Konuşulan torunun babası (yani o mezarda yatan rahmetlinin oğlu) bu müthiş hikaye ile birlikte buna dair belgeleri ve resimleri ölümünden önce oğluna emanet ederken, “Oğlum rahmetli dedene ait bu hikayeyi unutma, bu hikayeye dair belgeleri ve resimleri iyi sakla, bir gün biri gelir bunları bulur ve bunun kitabını yazar” demiştir…

Aydın Deliktaş kardeşim uzun yıllardan beri beklenen kişinin kendisi olduğunu anlar ve sorumluluk üstlenerek tüm belgeleri ve resimleri torundan teslim alır. Hikayeyi mümkün olduğunca daha fazla belgeye dayandırmak için ilgili askerlik şubelerine, ilgili nüfus müdürlüklerine ve Genel Kurmay Başkanlığının ilgili bölümlerine baş vurup ulaşabildiği ek belgeleri alır ve romanını yazmaya koyulur.

En başta da dediğim gibi romanın konusunu yazarak, kitaba da yazara da haksızlık etmek istemiyorum. Özetin özeti zaten mezar taşında yazıyor. Ama en azından şu kadarını söylemeyim; Aydın Deliktaş kardeşim ilk roman denemesinde olağanüstü bir başarı yakalamış. Gazete yazılarındaki “cesur kalemlik” görüntüsünü ilk romanında da boşa çıkarmamış. Çok hassas bir konuyu çok büyük bir cesaretle nakış işler gibi işlemiş. Hikayenin eksenine oturan başat olayda Aydın Deliktaş’ın hayat felsefesi ve dünya görüşü bakımından ciddi bir sorun var. Çünkü Türk Milliyetçileri devletin eleştirilmesine, hele bir de konu Atatürk dönemine ait ise asla sıcak bakmazlar. Ama Aydın Kardeşim bu konuda duygularına gem vurmayı başarıp, konuyu tüm çıplaklığıyla kaleme almış. Zaten roman boyunca yazarın varlığını hiç hissetmiyor, kendinizi gerçek bir olayın ve o olayın gerçek kahramanlarının arasında buluyorsunuz. Hele bir de benim gibi Sivas’lı iseniz ve bu nedenle olayların geçtiği yerleri iyi biliyorsanız zaten olayların içine dalıp gidiyorsunuz. Ama yazar bir yandan anlatım içerisinde kendini nötralize edip, tarafsız yaklaşımını pekiştirirken, bir yandan da bu ortamdan yararlanarak mahalle ve okul arkadaşı İsmet İnönü’den vefasızlık gören roman kahramanı Gazi Seyit Mehmet’i İsmet Paşa’ya karşı Kurtuluş Savaşındaki hizmetlerinden dolayı çok saygılı bir konuma yerleştirerek, bu konuda okuyucunun duygularını tahrik etmekten özenle kaçınıyor. Mustafa Kemal Atatürk’e gelince; o zaten Gazi Seyit Mehmet için bir idol, uğruna can feda edilebilecek, varlığımızı borçlu olduğumuz bir kutlu değerdir. Yani yazar, roman kahramanının Atatürk ile ilgili duygularını bu şekilde örgüleyip öne çıkartarak, esas olayda devletin sergilediği büyük hata ile okuyucuda açılacak yaralara sezdirmeden çok etkili bir merhem sürüyor. Olayın bu yönü bir okuyucu olarak benim de çok ilgimi çekti ve Aydın Kardeşimi arayarak özellikle “CHP teşkilatlarından veya CHP’li tanıdıklarından bu konuda bir tepki almadın mı” diye sordum. Aldığım cevap “Hayır, CHP’li hemşerilerimiz bu konuda çok gerçekçiler, Cumhuriyetin ilk yıllarında bu türden hataların yapıldığını biliyor ve kabul ediyorlar. O nedenle önemli bir tepki almadım” şeklindeydi. Doğrusu bu cevaptaki hasbiliği ben de CHP’li hemşerilerime yaraşır buldum ve bundan çok memnun oldum.

Zaten romanın içeriği sadece ana eksende anlatılan Gazi Seyit Mehmet’in hikayesinden ibaret değil. Onun yanı sıra bazen onunla paralel, bazen ise iç içe sarmal bir şekilde 1. Dünya Savaşı, Sarıkamış Faciası, Ermeni Tehciri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ile Türkiye’de yeni bir hayatın ilmek ilmek örülmesi büyük bir incelikle anlatılmış.

Aydın Deliktaş bu romanında pek fazla örneğine tanık olmadığımız bir cesaret sergileyerek kitabın son paragraflarını aynı zamanda giriş paragrafları olarak kullanmış ama bunu öyle ustalıkla yapmış ki kitabın sonuna gelmeden bunu anlamıyorsunuz ve okumanız süresince zaten alıp durduğunuz darbelerin en sonuncu ve en kuvvetlisini bunu anlayınca alıyorsunuz.

Kitabın adı başlı başına bir efsane: “RÜTBESİ TÜRK”. Düşünün! Mahalle ve çocukluk arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı Kahramanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede onlarla aynı ortamdan çıkıp, aynı okullarda okuyan ve aynı savaşlara katılan roman kahramanı Yüzbaşı rütbesinden yukarı çıkamadığı gibi en sonunda da çok büyük bir mağduriyete uğruyor. Ama tüm bunlara rağmen alnı ak, başı dik ve onurlu bir duruş sergiliyor. Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’mızın kahramanlarına büyük bir saygı sergiliyor. Çünkü onun “RÜTBESİ: TÜRK”dür ve bu rütbe tüm rütbelerden üstündür. Çünkü o, tüm bu asaletini Türk’lüğünden alıyor. Bu haliyle romanın adı insana hemen Büyük Atatürk’ün, “Benim bu hayattaki yegane fahrim (onurum, şerefim) TÜRK olarak dünyaya gelmemdir” sözünü hatırlatıyor.

“RÜTBESİ: TÜRK”ün bana özel iki de hoş sürprizi oldu. Birincisi kitabın kapağının benim “BİZ TÜRKÜZ” adlı kitabımla benzerliği. Şimdi bu benzerliği görmeniz için konumuz dışındaki başka bir kitabın resmini buraya koymayı uygun bulmadım ama siz isterseniz bunu internetten görebilirsiniz. Aslında konusu benzer olan kitapların kapaklarının da benzer olmasında fazla şaşılacak bir durum yoktur ama yine de bu durum benim için hoş bir sürpriz oldu, kıvandım.

İkinci sürpriz ile de kitabın son bölümünde karşılaştım. Son bölümde romanın kahramanı Gazi Seyit Mehmet’in ailesi ve evlatlarıyla ilgili bilgiler ve bazı resimler var. Onları görünce anlıyorum ki; Roman kahramanının oğullarından biri (Halit ÖKTEM) Selçuk ortaokulunda (1962-1965) benim Coğrafya öğretmenimdi. Ondan önceki ilk okul yıllarında da (1957-1958) gelini Fethiye ÖKTEM Kızılırmak İlkokulu’nda sınıf öğretmenimdi. Bunlar beni kitapla daha da fazla bütünleştirdi.

Biliyorum bir roman tanıtımı için çok uzun bir yazı oldu ama bıraksanız bir bu kadar daha yazabilirim. Çünkü o duygularım var, çünkü bu kitap insanı o duygularla dolduruyor. En iyisi kendi okumanızdır. Okuyun. Böylesi güzel şeylerden haberdar olun. Ruhunuzu böylesi güzelliklerle arındırın.

60’LI YILLARDA BİSİKLETLERİN RUHSATI VE OTOMOBİL KADAR VERGİSİ VARDI

Sivaslı Gazeteci Yazar Aydın Deliktaş’ın tozlu raflar arasından bulup çıkarttığını rahmetli babası Aydın Deliktaş’a ait bazı belgeler tarihe ışık tuttu. Yaklaşık 60 yıllık belgeler içerisinde en ilginci 1963 yılında düzenlenen bisiklet ruhsatı. Yarım asırdan daha eski olan bisiklet ruhsatı bize, o dönem bisikletlerinde ruhsatlandırıldığı, 4 ayda bir bisikletlerin muayenesinin yapıldığını ve 4 ayda bir bisiklet kullanım harcı alındığını gösterdi. 1963 yılında 5 lira olan bisiklet harcı o dönemli dolar kuru ile kıyaslandığında günümüzde yaklaşık 350 TL yapıyor.

Bisikletlerin otomobil gibi plakaları vardı

Aydın Deliktaş yaklaşık 60 yıl önce vefat etmiş olan babasına ait bisikletin otomobiller gibi plakası da bulunduğunu belirtip, “Rahmetli babamın bir takım belgeleri vardı onları çıkardım. Trafik ruhsatı, avcılık belgesi gibi belgeler ancak bu bisiklet ruhsatı çok ilgimi çekti. 1963 yılında bir bisiklet almış, Sivas Emniyet Müdürlüğü trafik şubesi trafik ruhsatı çıkarmış, Bisikletlere Mahsus Ruhsatname adı altında ve 58 AD 308 şeklinde bir plaka vermiş ve o tarihten sonrada 1967 yılına kadar her 4 ayda bir, 1967’den sonrada 6 ayda bir fenni muayenesini yapmış” dedi.

Annesi ile bisikletle gezerdi

Deliktaş, babası ile annesinin bu bisikletle gezdiğini hatırlarken geçirdikleri birkaç kazadan dolayı yaşanan kısıtlamadan şu sözlerle bahsetti:
“Burada ilginç olan şu, rahmetli babam bisiklete biner annemi de arkasına alır gezdirirdi. Muhtemelen bu şekilde kazalar artmış olacak ki bir düzeltme yapmışlar. İstiap hakkı 1 kişi olarak yazıyor. Yani fazladan bir kişi daha oturabilir bunu iptal etmişler, mühürlemişler istiap hakkı yok yazmışlar. Şu da çok ilginç her 4 ayda bir muayene yapılmış ama 5 lira para ödenmiş muayene için. 1960’lı yıllarda 1 Dolar 9 Lira. Bugünün parasıyla çarptığımız zaman bisikletten 4 ayda 1, yaklaşık 350 lira gibi bir muayene parası alınmış. Bu da benim ilgimi çekti, çıkarttım, saklıyorum hatıra olarak.”

En son 80’lerde gördü

Tesadüfen bulduğu ruhsata ait bisikleti en son 80’li yıllarda gördüğünü söyleyen Deliktaş, “Bisikleti hatırlıyorum, önüne minder koyar beni gezdirirdi. İşine sürekli o bisiklet ile girip gelirdi. O yıllarda en önemli ulaşım aracı bisikletti, dar gelirli vatandaşın tek binek aracı bisikletti. Mavi renkliydi, hatırlıyorum. 80’li yılların başına kadar o bisiklet evimizin bahçesindeydi. Kullanılmıyor olsa bile onun trafikten düşürülmesi gerekiyordu ve bunu yapmamıştı babam. Bu nedenle o bisikleti çok uzun süre sakladık ve nihayetinde bisikletlerle ilgili bu kanun ortadan kalkınca, trafiğe götürüp yeniden trafikten düşürmeye gerek kalmadı. Bu bisikleti en son 80’li yıllarda gördüm. Evimiz değişti, insanlar taşındı, babam rahmetli oldu muhtemelen bir hurdacıya satılmıştır” şeklinde konuştu. İHA

Büyük Sivas Haber

Farklı bir kitap

Zeynep Şirin Özoğlu
(Okuyucu)

Romanı elime aldığımda önceki dönemde yaşamış birinin 200 sayfadan fazla nasıl bir biyografisi olur diye merak ediyordum. Roman askeri bir kişilik üzerinden tarihi olaylarla kurgulanmış.

Romanı okuduğumda ilk göze çarpan şey sizi içine çekiyor olması ve o tarihi anları yaşamışsınız ya da o anda yaşıyormuşsunuz hissine kapılmanız. Bir kere şunu söylemeliyim ki, kitapta birden fazla tarihi olay var. Neredeyse tarih kitabına yakın ama hepsi hikayeleştirilerek anlatıldığı için roman şekline dönüşmüş ve bunda da gayet başarılı olmuş yazar.

Roman denemeleri olan biri olarak anlatım diline ve sadeliğine bayıldım. Hiç tekrara düşülmediği için de her sayfasını aynı tatta okuyorsunuz. Dediğim gibi çok tarihi olay var. Mesela ben Bab-ı Ali baskınını bu kadar net gereksiz detay ve siyasi bakış açısına yer vermeden ilk kez bu kitapta okudum. Bilmediğim ve bilmediğime şaşırdığım bazı isimlerin o gün nasıl bir psikoloji içinde olduğunu buradaki kısa anlatımla hissedebildim. Çatalca baskını ve sonuçları net ifade edilmiş. Sarıkamış ile ilgili bölüm çok çarpıcı ve hüzün dolu. Örneğin Sivas kongresi günlerini sanki oradaymışsınız ve siz takip ediyormuşsunuz gibi heyecanlanıyorsunuz. Ayrıntılar ve detaylar tarih kitaplarında bulamayacağınız türden.

Kitabın kısa bir özetini çıkarmak, içinde birden fazla tarihi olayı içinde barındırdığı için imkansız. Tarih yazanlar genellikle kendi ideolojileri çerçevesinde konuyu ele alırlar ve sizi kitabın sonunda kendi görmek istedikleri yere getirirler. Ben çoğu ünlü yazarın tarihle ilgili kitaplarını okuduğumda çok sık Google’a başvurmak zorunda kaldığımı biliyorum ve anlatılanların aslında çok farklı şekilde geliştiğini okuyorum.

Rütbesi Türk bu anlamda sizi yazarın istediği ideolojiye götürmüyor. Kitapta en dikkat çekici yerlerden biri Cumhuriyet devrimleri ile ilgili bölümler. Roman kahramanı Gazi Seyit Mehmet’in üzerinden devrimlerin neredeyse tamamının halka olan yansıması çok taraflı olarak yansıtılmış. Karşıt görüşlerin ikisine de yer yer diyaloglarla verilmiş ve çıkarım ustalıkla okuyucuya bırakılmış.

Gazi Seyit Mehmet’in sivil yaşantısı tam bir Anadolu insanların günlük yaşantılarından sosyal, kültürel, kimi zaman etnik ve sosyolojik pasajlar barındırıyor. Dedelerimizden ninelerimizden dinlediğimiz dönemleri kitabın içinde siz yaşıyorsunuz. Kendinizi Gazi Seyit Mehmet’in komşusu yahut hane halkından biri gibi hissediyorsunuz. Bugün marketlerden aldığımız un, bulgur vs gibi gıdaların o tarihlerde nasıl karşılandığından tutun, komşuluk ilişkileri, toplumsal davranışlar ve yine toplumun sosyolojik bakış açısı kitapta terzi ustalığı ile roman kahramanının ve etrafındakilerin üzerine giydirilmiş. Batı toplumları ile Anadolu toplumu arasındaki nüanslar farkında olup yazıya dökülmemiş hikayelerle gözler önüne serilmiş.

Kitap düşünsel bağ olarak başlangıcından bitişine kadar bir bütünlük arz ediyor. Özellikle birinci dünya savaşından sonraki tarihi gelişimin kitaba yedirilmiş olması size dönüp araştırmanız gereken soru işaretleri bırakmamış.

Kitap içinde coşku, sevinç, üzüntü ve hüznü birlikte barındırıyor. Etkileyici yerlerin çok fazla olması, içinde çok fazla hikayeyi barınması sıkılmanızın ve kitabı elinizden bırakmanızın önüne geçiyor. İlerleyen her bölümde yeni bir sürprizle okuyucu adeta kitaba bağlanıyor. Sonunu merak ettiğiniz ve elinizden bırakmadığınız çok fazla hikayeyi barındırıyor. (Yazarlık dersleri aldığım dönemde bize konudan sapmamak için her gelişmenin oluşturduğumuz hikaye etrafında ilerlemesi gerektiği öğretilmişti. Bu kitap o söylenenlerin tam zıttı olarak kitaplığımda yerini aldı. Bir romanın içinde de sürükleyici bağımsız gibi görünse de kitabın ana fikrine ve felsefesine uygun bu kadar çok hikayeyi barındırması da mümkünmüş.)

Son söz şunu söyleyebilirim; kitap sizi diyaloglarla boğmadığı gibi yazarın anlatımı ile de sıkmıyor. Kitabın değişik bir formatı var ve okuduğunuz anda yaşanıyormuş gibi bir durumla karşılaşıyorsunuz. Güzel olanı da kitaptaki hikayeleri okuyucu istediği gibi o an gözünde canlandırabiliyor. Kitabın içinde oynayan bir filmi seyreder gibisiniz. Bitirdiğinizde başa dönme hissi uyandırması da bundan olsa gerektir.

Değişmeyen kafa!

Macit Gürbüz
Gazeteci&Yazar

RÜTBESİ TÜRK!
Ne güzel bir rütbe, ne muhteşem bir ifade.

Sivaslı Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem’in hayranı olduğu Gazi Mustafa Kemal Paşa da, “En büyük fahrim (onurum) Türk olmaklığımdır” dememiş miydi?

Gazeteci dostum Sayın Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı Rütbesi Türk adlı tarihi romanı okuyalı uzun zaman oldu.

Hep bir şeyler yazarak kalemine naçizane kuvvet olmak istemiştim.

Bugüne kısmetmiş.

Kuyumcu titizliği ile hazırlanmış; belge, fotoğraf ve arşiv kayıtları ile berkitilmiş ve yakın tarihimiz didik didik edilerek kaleme alınmış, hüzün veren bu romanı ardı ardına boğazıma dizilen düğümlerle okudum.

Sevgili Aydın ile canlı yayın yaparken, “Bu ülkede ne yazık ki bazı şeyler hiç değişmiyor” demiştim, bu ülke için terörle mücadele ederken uzuvlarını kaybeden, ardından takılan protezlerin parasını isteyen devlete çöreklenmiş kansızları haber yaptığım o anları hatırladım.

Değişmeyen aslında bu kafa.

Seyit Mehmet Öktem’in 60 lira olan maaşını 6 liraya indiren işte bu kafa.
Onu açlığa ve sefalete mahkum eden işte bu işgüzar kişiliksizler.

Lütfen bu kitabı öncelikli okunacaklar listesine alın ve sindire sindire okuyun.
Israrla öneriyorum.

Kimse unutmasın ki, bütün rütbe ve kazanımlarımızı elimizden alsalar da, bize Türk rütbesi yeter.

O rütbemizi de kimse alamaz bizden, çünkü o rütbe yüreğimizde.
Atatürk’ümüz gibi en büyük fahrimiz de budur.

Eline sağlık sevgili Aydın, lütfen yazmaya devam et, bu ülkede o kadar çok Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem var ki, soyadı gibi onuruyla mücadele etmiş, rütbeleri alınsa da Türk kalmış ve Türk ölmüş.

Mezar taşındaki yazıdan dahi rahatsız olanlara inat yaz lütfen.
Bu ülkede kirli siyaset elbet birgün son bulacak.

Biz görmeyiz belki ama çoluk çocuğumuz, olmadı torunlarımız görecek eminim.

Teşekkürler, kalemine sağlık…

Türklük!..

Diyorlar ki, Arakan kan ağlıyor; insanlar diri diri yakılıyor, çocuklar parçalara ayrılıp vahşi hayvanlara yediriliyor; Budist rahipler ve Budist kefereler Müslümanları kıtır kıtır kesiyor!

Tıpkı Mazdeki Rahipleri gibi; bir coğrafyayı sapıklığa boğan, analarını, bacılarını, kızlarını kısraklarını mal olarak paylaşan, yayılmacı sapık zihniyetin, gariban halkı rezillik ve kepazelikle inim inim inletmesi gibi!

Koskoca bir coğrafyayı, Türklerin bükülmez bileğine muhtaç eden, sözde dini akımın hikâyesi gibi!

Cehaletin, softalığın ve yobazlığın diz boyu ilerlediği bir anda bir rahip çıktı, milleti kendine bağladı; “Kadın maldır, paylaşın” dedi, kimine annesini, kimine kız kardeşini ve hatta kimine öz kızını pay etti.

“Kadınını paylaşmayan insanlığın düşmanıdır” deyince, yanaşmayanlar kılıçtan geçirildi; Mazdeki Rahibinin istediği her türlü sapıklığa, ayyaş ve kadın düşkünü halk sımsıkı sarıldı; kendisine annesi pay edilen on üç yaşındaki İran Şahı, bu rezilliğe boyun eğerek kurtardı tahtını, tacını…

25 yaşına bastığında hâlâ Şah’tı; lâkin bu sapıklara karşı duracak ne gücü vardı, ne de cesareti.

Yılların utancını yaşayan annesi kulağına “Türk” diye fısıldadı; Türkler kurtarır bizi iğrenç sapıklıktan”; en güvenilir adamlarını ulak yapıp Türk yurduna yolladı.

Ak Hun İmparatorluğu’nun başında Ulu Hakan vardı; İranlı ulağın anlattıklarını kendi kulaklarıyla dinlediğinde, öfkesi Tanrı Dağı’nı bile titretecek kadar yüksekti; “Bin atlı okçu” dedi hışımla, bin atlı hazır edildi…

“Bu sapıklık Turan’a varmadan ortadan kaldırılacak” dedi!

Ulak, İran’a vardığında bin atlı yağız yiğit kılıçlarını, oklarını hazır etti; çeliklere art arda su verildi, ok uçları bir bir elden geçirildi.

İran Şahı, aldığı talimatla öyle bir ziyafet verdi ki, meydanı hınca hınç sapık Mazdekilerle doldurdu; önde Mazdeki rahibi, ardında mal ve eş olarak seçtiği kendi kızları, peşinde yardımcıları, onların yardımcıları…

Şâşânın gösterişin en âlâsı yaşandı; başına geleceklerden habersiz, tüm Mazdekileri bir kez daha peşe peşe kutsadı; kadehler bir kez daha bu ihtişama kalkarken, kırk bin sapık, etrafının bin Türk cengâveri ile çevrelendiğinden habersizdi.

Bir kılıç havaya kalktığında, bin Türk cengâveri sadaklarından birer ok çıkarıp nişan aldı, o kılıç indiğinde bin ok rüzgârı kıskandıran bir sesle alana indi; kimi ok gözden girip kafadan çıktı, kimi bir kulaktan girip diğerinden, kimisi ağızdan girdi, kimi kalbe saplandı; dört suda eritilmiş çelik uçlu Türk okları bin sapığı saniyesinde yere serdi.

Kılıç ikinci kez kalkıp indiğinde bin ok daha Mazdeki sapıkların üzerine ecel olup indi; peş peşe tam on bin ok, on bin Mazdekinin sapık vücudunu yere sermişti; bin yiğit kılıçları çekip atları alana sürdüğünde, “Şah Meydanı” kesilmiş başla dolup taştı.

Bin atlı Türk yiğidi, o meydanda bedeninden ayrılmamış bir tek sapık baş bırakmadı; Mazdeki rahibini koruyan muhafızların kafaları tek tek kesildi; Turan ilinden gelen çeriler yirmi yıl süren sapık saltanata, Ulu Hakan’ın emriyle son verdi.

Semerkand’a, Tebriz’e, Kaşgar’a ve tüm Turan yurtlarına ulaklar gitti; Ulu Hakan’ın “Bizden kaçan Mazdekilerin bir tekini bile sağ bırakmayın, rezil başlarını sapık bedenlerinden ayrın!” fermanı iletildi.

Mazdeki Rahibi, Ulu Hakan’ın emrettiği gibi sağ ele geçirildi; güneşin altında üzerine türlü karışımlar dökülerek canlı canlı çürümeye terkedildi; birinci gün kurt düştü vücuduna inim inim inledi.

İkinci gün feryadı yeri göğü inletti; üçüncü gün lime lime dökülmeye başladı etleri, dördüncü gün kendinden geçti; ayıldığında, yüz Ak Hun erinin korumasında, tüm Turan illerinin önde gelenleri, Şah ile birlikte yanına geldi.

Ulu Hakan’ın “Sorun” diye ferman buyurduğu sorunun cevabı tüm coğrafyaya yayıldı; “Nasıl yaptın?” dediler Mazdeki Rahibine, “Nasıl başardın?”

Son inlemeydi verdiği cevap, titretip herkesi kendine getirdi;

“Törenizi bırakmıştınız, kandırılmaya hazırdınız, uyaranlarınızı da dinlemediniz!”

Yirmi yıl evvel girmişti Mazdeki Rahibi İran’a; o dönemin Şahı, baş tacı etmişti bu yeni misafirlerini, her imkânı sermişti önlerine. İlk fırsatta, içki ve kadın düşkünlerini kullanarak yeni bir din çıkarmışlardı ortaya.

O gün dünyaya lazım olan, her yönüyle töresini yaşayan Türklüktü ve töresini yaşatan bir Hakan!

Aman dileyene aman veren, yardım isteyene yardım eden!

Tıpkı bugün lazım olduğu gibi!

(01/08/2012 Hakikat Gazetesi)

Kırk kişi…

Kırk kişiydi onlar; önde şimşek bakışlı Kürşad, arkada yalın kılıç beyler… Bir kahpenin, entrikalarla bölüp parçaladığı ülkelerinde; yere inen gök bayrağı yeniden göndere çekmek isteyen bir avuç kahraman…

Tarihin, “Türk” denilince adını altın harflerle yazdığı şimşek bakışlı bir yiğit!

Gözleri gök mavisiydi, bakışları şimşek gibi! Karşısına çıkan kılıç ustalarını, hiç kılıç sallamadan bakışıyla diz çöktüren bir kahraman!

Tarih onu, ‘Kırk kişiyle Çin sarayını basan Türk’ diye yazdı; kimileri çılgın ya da maceraperest diye tanımladı! Hâlbuki o, ayaklar altında ezilen Türklüğü, yeniden bağımsızlığına kavuşturmak için ilk adımı atan bir yiğit adamdı!

Yengesi kahpe soyundandı; Japon denizinden, Hazar Denizi’ne kadar uzanan, Çin’i, İran’ı, Bizans’ı titreten Göktürk İmparatorluğu’nu bölüp parçalamak için Türklüğün içine sızmıştı.

Hatırı sayılır güzellikte Çinli bir kadındı, önce türlü entrikalarla koca imparatorluğu doğu-batı diye ikiye ayırdı; sonra Hakan’ının yemeğine zehir katıp ebediyete uğurladı. Ardından yerine geçen kardeşi Kara Kağan’ı ayarttı. Kara Kağan, ağabeyi Hakan’ı zehirleyen yengesiyle evlenince, bu zafiyete ilk tepki gösteren genç Kürşad’dı!… Amcasının bu kararına sessiz kalıp yanından ayrıldı.

Etrafını çevreleyen ihanet, Kara Kağan’ı Çinlilere esir etti; coğrafyayı titreten Göktürk İmparatorluğu bir kahpenin eliyle tarihe gömülüp gitti. Türkler, Çin’in iç kesimlerine farklı şehirlerine göç ettirildi.

Çinliler, Kara Kağan’la birlikte tüm kardeşlerini ve yeğenlerini sarayda tutsak etti; ancak gök mavisi gözlü, şimşek bakışlı Kürşad’ı tutsak edemedi.

O, Türklüğün bileği bükülmez yiğidiydi, etrafında toplanan kırk Türk beyini “Gök Bayrağı yeniden yeryüzüne hâkim kılmak için ölmeye” yemin ettirdi.

Dört bir yana dağıtılmış esir Türk’ü yeniden harekete geçirmek, kendine döndürmek için, can vermek, bedel ödemek gerekirdi.

Kırk Türk beyinin “Hakanımız ol” baskılarına şiddetle karşı çıktı. “İsyana varım, hakanlık tutsak kardaşımın hakkıdır” deyip ilk emrini verdi!

Kürşad önde, o yiğitler peşinde, Çin Sarayı’na kadar geldi. Plânı basitti, yiğitçeydi; o gece dışarı çıkacak olan Çin Hükümdarını öldürüp esirleri kurtaracaktı! Hükümdarı beklerken, inanılmaz bir yağmur başladı, gök delinmiş, bir avuç Göktürk’ün üzerine sel olup inmişti.

Çin Hükümdarı dışarı çıkmadı; Kürşad, arkasını dönüp kırk kişinin ismini tek tek sayıp yoklama aldı; hiç biri canından tereddüt etmiyordu; arada bir çakan şimşekler, o gök mavisi gözlerin öfkesi ve haşmetiyle birleşiyordu.

Emir, kesin ve netti; “Ölmek var, dönmek yok”tu! Atının sırtında yıldırım gibi saraya indiğinde; ilk kapıdaki 7-8 askeri kılıçtan geçirmişti.

İkinci kapıdan her yiğide 10-12 arası Çin askeri düşüyordu; bunun iki katı askeri kılıçtan geçirmeden kırk yiğitten yere düşen yoktu.

İç avluyu geçip Hükümdarın taht binasına dayandıklarında, artık karşılarındakiler çekirge sürüsü gibiydi… Önde Kürşad, arkada kırk yiğit, yıldırım gibi düştüğü yeri yakıyor, kasırga gibi önüne geleni süpürüyordu.

Çin neredeyse dile gelmişti; sarayda yaşanan Türk baskını bir anda dört bir yana ulaşmıştı; Kürşad, “Ahırlara çekiliyoruz” emrini verdiğinde 26 yiğit, bedenini Kürşad ve diğerlerine kale etmişti.

Atlara ulaştıklarında üç yiğit, ahır kapısına sur oldu; o yiğitleri geçmek mümkün değildi; Çinliler, ahıra o üç yiğidi lime lime doğrayarak girebildiğinde, Kürşad ve on bir yiğit, geçit vermeyen Vey nehrine ulaşmıştı.

Belki binlerce Çinli askerin yetişmesi uzun sürmedi; ilk yaklaşan Çinli askerler şimşek çaktığında göz göze geldikleri bu dehşet bakışlardan korkup dörtnala kaçmıştı.

Arkasına dönüp, “Bilin ki, esir düşmemiz, Türklüğün ebediyen gök kubbeden silinip gitmesi demektir. Bilin ki, biz burada öldüğümüzde, Türklük yeniden dirilecektir” dedi o büyük yiğit!  Kılıcını kaldırıp ardındaki on bir yiğite çekirge sürüsü gibi yaklaşan Çin askerlerini gösterdi, emri verdiğinde o sesle yer gök inledi!

“Hücuuummm!”

On bir at şaha kalkıp kanatlandı, Çin askerlerinin arasına daldıklarında kılıç sesleri sicim gibi yağan yağmurun sesini bile bastırmıştı. Her bir yiğit düştüğünde, göklerden yıldırımlar kopup iniyordu yeryüzüne… Tam on kez şimşek çaktı, tam on kez Kürşad’ın şaha kalkmış atıyla onlarca Çinli askeri kılıçtan geçirdiği görüldü.

O yiğitleri toprağa düşürmek kolay değildi, şafak sökmüştü; her yiğit yüzlerce Çin askerini öldürmüştü; Kürşad’ın vücudunda tam kırk kılıç yarasını saydılar; tarih, onun atının üzerinde, dimdik, devrilmeden öldüğünü yazar. Ölüyken bile gözlerinin feri sönmemiş, açık ve şimşek gibi baktığı söylenir.

Kürşad’ın ve geri dönmeyi düşünmeyen o beylerin yiğitliği, Çin’in bir ucundan öbür ucuna kadar yayıldı; O yağız delikanlının kehaneti iki gün içinde gerçekti; bir baştan bir başa tüm esir ve sürgün Türkler, birer Kürşad oldu, isyan edip yeniden hakanlıklarını kurdu.

Kırk kişi usta! Türklüğün etrafını saran ihanet çemberini kıracak, parçalayacak kırk kişi!

Onların hikâyesi, kırk kişinin yiğitlik hikâyesi değil, ihanete kurban giden bir milletin yeniden dirilişinin hikâyesiydi.

Ama, birbirini bilen kırk kişi…

(2002/Hakikat Gazetesi)