CÜ’de “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşi

Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde düzenlenen “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşiye, Gazeteci&Yazar Aydın Deliktaş ile Gazetesi Kemal Çağlayan katıldı…

SİVAS (AA) – Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşi düzenlendi.

Sivas Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı Gazeteci-Yazar Aydın Deliktaş, İletişim Fakültesi Konferans Salonu’ndaki programda yaptığı konuşmada, gazeteciliğin çok kutsal bir meslek olduğunu ve fedakarlık gerektirdiğini söyledi.

Deliktaş, bu mesleğin daha çok usta çırak ilişkisiyle yapıldığını ifade ederek, iletişim fakültesi mezunlarının kendilerini yetiştirmelerinin çok önemli olduğunu söyledi.

Deliktaş, öğrencilerin her bir bilgi kırıntısı için hocalarını ve medya çalışanlarını zorlamalarını gerektiğini dile getirerek, “Gazetecilikte en önemli şeylerden biri de dile hakim olmak ve Türkçe’yi çok iyi kullanmaktır. İster yerel gazetede ister yaygın basında çalışın, sizde bakılacak ilk şey nasıl haber yazdığınız değil Türkçe’yi nasıl kullandığınızdır. Bunun için de bol bol kitap, dergi, gazete okuyun” dedi.

Gazeteci Kemal Çağlayan ise mesleğe girecek öğrencilere tavsiyelerde de bulunarak, dünya ve Türkiye’de ulusal ve yerel basının önemine değindi.

Basının dördüncü güç olduğunu ifade eden Çağlayan, “Gazeteler halkın sözcüsüdür. Yerel gazeteler kentin kültürüne sahip çıkarlar ve o yörenin bir parçasıdır. Yerel basın yerel yönetimlerin aynasıdır ve siyasi konularda halkı bilgilendirmektedir. Yerel basın ulusal basının can damarıdır ve yerel basına her zaman ihtiyaç vardır. Yerel basın olmasaydı ulusal basın Anadolu’daki haberlerden bihaber olabilirdi” diye konuştu.

Meslekte mektepli olmanın önemli olduğunu vurgulayan Çağlayan, yerel basının ve çalışanlarının sorunlarına da değindi.

Söyleşinin sonunda İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Erol, Deliktaş ve Çağlayan’a teşekkür belgesi verdi.

(20.11.2014/AA)

Sükûnet…

Yüreğimiz daha çok yanacak; içimiz kan ağlayacak, analar karalar bağlamaya devam edecek, millet olarak topyekûn yas tutacağız.

Fidanlarımız toprağın kara bağrına düşecek; geriden gelenler bir an olsun tereddüt etmeden, anlık ta olsa gözünü kırpmadan ateşin ortasına girecek.

Evladını hayata hazırlayanlar bir gün bile ye’se düşmeyecek; herkes çocuğunu önce vatan için hazırladığını unutmayacak.

Kimse vatan olmanın, bayrak altında yaşamanın bedelsiz olduğunu düşünme gafletine düşmeyecek; herkes tek gözü açık uyumaya devam edecek.

Ne bir mesaj, ne bir karşı hamle, ne karşı tarafın geri adımı bizi rehavete sevk etmeyecek; herkes kimden nasıl ve ne zaman hesap soracağını bilecek.

Herkes gözyaşlarını dışına değil, içine akıtmaya devam edecek; kan kusanlar, kızılcık şerbeti içtik diyecek, gözyaşını dışa taşırmanın bile zaafa düşmek olduğunu kimse unutmayacak.

Tüm cenahlar, kol kola olması gereken günlerde, parça parça görüntü vermeyecek; kimse yüreğinin acısını siyasetten çıkarmak gibi bir yanlışa düşmeyecek, bağırıp çağırmayacak; ve hatta sokakta kimse karşısındakine dik dik bakmayacak.

Kimse muhatabının sokaklarda olmadığını; hele komşusu, arkadaşı, eşi ve dostunun olmadığını hiç ama hiç unutmayacak. Büyük küçük kimse gaza gelmeyecek, gaz vermeyecek.

Bu millet yine, yediğimiz her merminin bizi düşüreceğini değil, dimdik ayakta durmamızı sağladığını cümle âleme gösterecek; herkes yıkılmaya başladığımız anın sükûnetimizi kaybettiğimiz an olduğunu aklının bir değil her köşesinden çıkarmayacak.

Onlar kanımızı içerken kimse sağduyusunu kaybedip “Şerefe” demelerine izin vermeyecek; onlara benzeyip kalleş olacak kadar kansız olmadığımızı herkes ispat edecek.

Biz bu sınavı geçeceğiz; değil otuz, yüz otuz yıl daha sürse biz bu sınavda sınıfta kalmayacağız; bu toprakları bize vatan olarak bırakanların kemiklerini sızlatmayacağız.

Toprağın kara bağrında yatan binlerce vatan evladının, yüzünü kara çıkarmayacağız; bayrağı, sancağı, toprağı bize emanet eden atalarımız için “Boşa ölmüşler” dedirtmeyeceğiz. 

Herkes oynanan oyunun farkına varacak; önce şehit haberi ardından özerklik ilanı gibi kışkırtmalara kimse kulak asmayacak, abuk sabuk yorumlara bakıp kimse galeyana gelme belirtisi göstermeyecek.

“Analar ağlamasın” diyenlere kulak asmayanlar, dönüp “Hani analar ağlamayacaktı?” diye soranlara da kulak asmayacak; hiçbir güç bize bunu sokakta sorduramayacak.

Tabii ki, analar ağlayacak; kimse şunu unutmayacak; bu topraklar vatansa, ağlayan analar hep olacak; bu vatan kutsalsa, kara bağrında şehitleri yatırmaya devam edecek.

Öyle ya da böyle, o ya da bu şekilde, herkes bilecek ki, bu bir savaş! Adı olsa da savaş, olmasa da savaş!

Ama herkes bilecek, bu savaşın bu tarafında siviller olmayacak; kimse durumdan vazife çıkarma pozlarına girmeyecek, kimse bu pozlara girenlere de aldırış etmeyecek.

Bizim sahip olduğumuz bir bayrak, sahip olduğumuz bir devlet varsa; devlet kendi işini yapacak, millet devletinin arkasında durup kendi işine gücüne bakacak.

Herkes kendine gelsin! İlk defa şehit vermiyoruz; son şehitlerimiz de olmayacak.

Sakin olun!

(16 Temmuz 2011/Hakikat Gazetesi)

Karartma!

O gün, “Bu işte terör örgütünün parmağı olduğu açık, işin içinde karanlık güçler var” dediğimizde, kimse dinlemiyordu; hoş bugün de dinlemiyorlar.

Emniyet, Sivas olaylarına karışan 4 teröristi tespit ettiğini açıkladı; kimse tınmadı. Özal Harp Dairesi mensubu olduğunu öne süren firari bir üsteğmen, olayları kendilerinin çıkardığını söyledi, kimse ilgilenmedi.

Sadece bir gazetede iki sütuna birkaç satırlık haber oldu. Ne üstünde duran oldu, ne de oturup tartışan.

Şimdi de, o gün olaylar üzerinde derin bir karartma uygulayan İstanbul basınının bazı yazarları!, “Biz yanlış yaptık, Aziz Nesin’i boş yere eleştirdik, özür dileriz” gibi anlamsız bir telaşın içindeler.

Devletin bir takım birimleri “Sivaslılar suçsuzmuş” dedikçe, bazı yazarlar da, aksi yönde gardlarını almaya başladı. O gün “Tahrik etti” dedikleri Aziz Nesin için bugün “Tahrik etmemiş” diyorlar.

Türkiye ne çekiyorsa, hedef saptırmanın en alasını dayatan İstanbul basınının bu tavrından çekiyor.

18 yıl önce o gazetelerin attıkları manşetleri kimse unutmadı. Biz PKK’yı işaret ederken, onlar bol bol “Yobaz” manşetleri attı. Kimi “Şeriat ayaklanması” dedi, kimi “Yobazlar, aydınları yaktı” diye yazdı.

Devletin Valisinin “Git konuş” diye ikna ettiği dönemin Belediye Başkanına bile “Kalabalığı tahrik etti” diye yazıp görevden aldırdılar. Hem de sahte fotoğraf yayımlayarak.

İstanbul basınının karatma operasyonu ile devletin ilgili birimlerinin kafası karıştırıldı; o gün araştırılması gereken hiçbir şey araştırılmadı. Bugün bile enine boyuna bir araştırmayı engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Çünkü bunlar, kaosla besleniyorlar; suçlayarak, saptırarak ayakta duruyorlar. Taa, Cumhuriyet öncesinden beri böyleler. Ülke işgal edilirken Sarayın gözünü boyayan, gerçekleri karartanlar da bunlar.

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında, karşı çıkanlar, saraydan ve mandadan yana tavır alanda bunlar, Cumhuriyeti ilk kutlayıp, sözde sahip çıkanlar da…

İnönü’yü karalayıp, Menderes’in yanında olanlar, Menderes asıldığında göbek atıp, ertesi gün İnönü’nün yanında saf tutanlar…  

Demirel gelince, Ecevit yanlısı olanlarla, asker gelince esas duruşa geçenler de hep aynı karartmayı uygulayanlar…

10 yıl önce Başbakan hakkında yazılanlara bakın, bugün yazılanlara… İsimleri aynı, kalemleri aynı, yazdıkları farklı…

Mustafa Kemal’e bile Sivas’ta gazete çıkarttırıp başyazı yazmaya zorlayanlar da bunlar. Çünkü, kaypak zeminde güreş tutuyorlar.

Nitekim, Mustafa Kemal İzmir’i tekrar alıp yabancı basın mensupları ile sohbet ederken; Türk basınının tavrıyla ilgili sorulara muhatap oluyor. Diyorlar ki, “Dün size karşı olup, manda ve himaye isteyen Türk Basını, Cumhuriyet fikrinize karşı çıkmayacak mı?”

Tebessüm ediyor Mustafa Kemal, “Meraklanmayınız” diyor; “Türk basını Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale olacaktır”…

1919’un ironisi ile 2011’in manzarası arasında bir fark var mı?

Önce karartıyorlar, sonra kıvırıyorlar.

(7 Temmuz 2011/Hakikat Gazetesi)

Yüzde 50!

Sen tut, bunca yıl insanlara tepeden bak, laik-dinci-yobaz-çağdaş-Kemalist-şeriatçı-ocu bucu diye ayır; imanı, inancı tehlike gibi gör, sakal bırakanlara öcü gibi bak…

“Bunlar beleşçiliğe alışmış” diye fakir fukarayı aşağıla; sana oy verenleri el üstünde tut, kalanını adam yerine bile koyma; işine gelince muhtıralara alkış tut, askeri, siyasetin bekçisi gibi lanse et…

Sırf başı örtülü diye, zavallı anneye oğlunun yemin törenini izlettirme, babası sakallı diye tut kolundan dışarı at; yukarı mahallede ilerici, aşağı mahallede dindar ol…

“Cumaya da giderim, viskimi de içerim” ucuzluğu ile kendine yeni bir inanç oluştur; Anadolu insanına iğreti gibi bak, ülkenin fazlalığı gibi gör…

Kerametleri kendinden menkul ne kadar ilahiyatçı varsa çıkar ekranlara, milletin inancı ile alay ettir; biri desin ki, “Kuran’da türban yok, Cariyeler çıplak geziyordu”, öbürü desin ki, “Kurban bayramında tavuk kesin”

Halk her zaman onlara oy vermeye mecburmuş gibi, tankları yürüttür, muhtıralar yayınlat; 70 senedir çoğunluğun oyuyla iktidar olanlara rağmen, “Sayısal değil, siyasal çoğunluk önemli” de, yetkiyi en küçük partiye ver…

Baktın halkın tercihi değişmeyecek, aksine artarak sürecek; iktidarda deneyip yıpranmasını beklemek yerine partiyi kapat, üst yönetiminin alayını yasakla…

Türbanlı öğrencileri ikna odalarına al, başlarını açmaya zorla; bazı aklı evvellerin çıksın, “Bize en uygun din Hıristiyanlık, din değiştirirsek AB’yi gireriz” desin…

Bazı hanım profesörlerin parti toplantılarında, “Her gün beş kere okuyorlar, Ezandan rahatsız oluyorum, yetmezmiş gibi bir de Kur’an okuyorlar” diye dertlensin ve haber olsun…

Kimileriniz, mikrofonu açık unutup Hac farizası ile dalga geçsin, pişkinliği sürdürüp özür bile dilemesin…

Silikonlu güzelleriniz ağzını yaya yaya “Nea yaanii benim oyunla dağdaki çobanın oyu bir miee?” diye geğirsin; kimine göbeğini kaşıyan adam de, kimini ahmak, geri zekâlı yerine koy…

Her sıkıştığında, Atatürk’ü öne sür; milletin topyekûn baş tacı ettiği Ata’sını milletine düşmanmış gibi göster, memleketi Anadolu insanı ile değil, sadece kendi dedelerinizle kurtarmış zannına kapıl…

9 senedir her seçimden sonra kendi insanını koyun sürüsüne benzet…

Ve de, milletin sadece dış borç!, iç borç!, bilmem ne emisyonu!, cari açık!, haftalık faiz! ve gayri safi milli hasıla! oranlarına bakıp oy vereceğini zannet; hatta saf-masum ayaklarına yat…

Sonra da, “Yahu nasıl oluyor da, bir parti üçüncü kez, hem de oylarını artırarak iktidara geliyor” diye salakça sorular sor.

Usta; bu kafayla, bırak 50’yi 60’ı, yüzde 80’lik oy oranını görmediğine dua et!

(16 Haziran 2011/Hakikat Gazetesi)

İnsan!

Ahmet Tuna 9 yaşındaydı, kardeşi Dilruba 6, arkadaşları Türkan 11 yaşında. El ele tutuşup çocukluklarının en mutlu gününde bayram şekeri toplamak istediler.

Sonra bir İnsan(!) açtı kapıyı onlara… Üçünü ayrı odalara kapatıp ellerini ayaklarını bağladı. Tüm hayvani duygularını Türkan’da tatmin edip, bıçakla doğradı sabiyi.

Diğerlerini de bir hamlede boğup öldürdü;  götürüp ıssız bir yere gömdü.

Fırat, 9 yaşına kadar üvey anne ve üvey anneanne baskısı ile büyüdü. O da, Kayseri’deki,  kader arkadaşları gibi henüz oyun çağındaydı. Ne yaşamanın hazzına varabilmişti ne de hayal kurmayı öğrenebilmişti.

Bir sabah üvey anne ve anneanne, bıçakla o minicik bedeni parçalara ayırıp, sokaklara saçtılar. Polis, elini başka yerde, ayaklarını, bedenini başka yerde buldu.

Adına insan(!) denilen iki kadın, “Anne” diye seslenen dili kesip çıkardılar önce. Sonra başını bedeninden ayırdılar. Yetmedi,  lime lime doğradılar. Parçaları Adli Tıp birleştirdi; Şanlıurfa’da toprağa verdiler.

13 yaşındaki Ahmet’te,  Sivas’ta İlköğretim 7. Sınıfa gidiyordu. O, diğer kader arkadaşlarından büyüktü. Hayalleri daha belirginleşmişti. Yaşamanın hazzına, okuyup büyük adam olmanın umuduna kaptırmıştı kendini.

İki gün önce teneffüste arkadaşlarıyla oynarken, tanıdık bir ses çağırdı onu. Eniştesiydi. Ahmet’in okuluna ve umutlarına son kez bakışıydı bu.

Birçok suça karışan ve 10 gün önce cezaevinden çıkan o adam, bir türlü huzur vermediği eşinin evini terketmesine bozulmuştu güya.

Ahmet, en kolay hedefti. O’nu okul bahçesinden ansızın alıp Gümüşdere’ye götürdü. Kravatını ve okul kıyafetlerini halat yapıp çocuğun elini ayağını bağladı. Sonra dereye atıp boğulmasını, can vermesini izledi.

Bulduğu en ağır taşı da, çocuğun üzerine bıraktı; suyun yüzüne çıkmasın diye.

Daha niceleri; bunlar ve bunları yapanların hepsi insan(!)’dı.

Şimdi, “İdam geri gelsin” diyenlere, “İnsan hakları ne der, Avrupa ne söyler” diye karşılık veriyorlar.

İnsan hakları tamam; amenna da usta!

Bu, insan görünenlere hangi cezayı uygulayacağız?

(31 Mart 2011/Hakikat Gazetesi)

Sıfıra sıfır…

Toplumsal bir olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra bir takım abuk sabuk yorumlar yapmak kolay…

Bu; yarı ağıtla, yarı hedefsiz suçlamalarla dolu zırvalıktan öteye gitmez.

O günleri yaşayacaksın, ortamı bileceksin, dengeleri tartacaksın, hesap soracağın kişileri iyi tespit edip doğru soruları soracaksın.

Bol hamasetli, bilinen üç beş cümleyi satırlara dökersen, ortaya ne sonuç çıkarırsın ne de amaç!

Sivas yine 2 Temmuz sendromuna girdi ya; o tarihte akıl baliğ olmayanlar bile bugün ahkâm peşinde.

17 sene her yıl bu olaylarla ilgili yazı yazdım; olayların haftasında enine boyuna yazı dizisi yaptım.

“Olaylar bir tahrikti, yabancılar Sivaslıları kışkırttı” diye hedefsiz cümleler kurmadım.

Aksine, “Tahrik edenler ve bu ağır tahriklere çanak tutanlar o günkü mülki amirlerdi” dedim ve demeye de devam ediyorum.

Radikal sağın ve Radikal İslam’ın en üst perdede yaşandığı o günlerde; bırakın sözü, söylemi, havaya üfürdüğünüz nefesin bile karşılık bulduğu bir ortamda Vali ve Kültür Müdürü’nün amacı neydi hiç sordunuz mu?

Cadde ve sokaklarında nerden, ne zaman geldiği bilinmeyen cübbeli sarıklı gençlerin dolaştığı koca şehirde hiç mi istihbarat alınmadı? O günün istihbaratları ne diyordu hiç merak ettiniz mi?

En alakasız kişinin Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a açık Cumhuriyet Meydanı’nda halka hitap ettirilmesi için organize yapıldığından ve son anda programdan çıkarıldığından haberiniz var mı?

Asıl plan neydi hiç kafa yordunuz mu? Konuşsaydı sonuçları ne olacaktı bir tahmininiz var mı?

Bir yandan hem şehirde hem kırsalda terör, diğer yandan memur eylemleri, siyasi parti geceleri, karışık bir siyasi ortam, güvenoyu almamış bir hükümet; yetmedi güvenlik en alt düzeye inmiş bir kent!

Böyle bir ortam, planlı mıydı, değil miydi aklına takılıyor mu? Can güvenliğini sağlayamadığı yığınla insanı en üst merci olarak davet edip göz göre göre çaresiz bırakanlardan hesap sordunuz mu?

“Hiçbir Valiyi kutlamadım ama bu Valiyi kutluyorum” övgüsünü almak için miydi tüm bunlar?

Bir tarafın hamasetiyle, oturup dövünmesiyle, öbür tarafın “Gelmesinler, karıştırmasınlar” demesiyle katedilecek bir yol değil bu. Öyle olsaydı 17 yıldır ortada bir tek sonuç, bir tek “işte bu” diyeceğimiz bir kanıt olurdu elimizde.

Sayfa sayfa yazılar yazıp bilindik şeyleri süslü cümlelerle her yıl pazarlayabilirsiniz.

Ancak, 17 yıl değil 117 yıl sonra da okuyacağımız yine bu ve benzeri yazılar olur.

Sıfıra sıfır, elde var sıfır…

(1 Temmuz 2010/Hakikat Gazetesi)

Bizi bitirdiler…

Her şey; televizyonlarda ahkâm kesen uzmanlar, doktorlar ya da kartviziti bol unvanlarla dolu tanımadığımız insanların konuşmaları ile başladı.

Dediler ki, “Açıkta satılan sütü almayın şu hastalığa yakalanırsınız..”

İnandık ve paket süt içtik; sonra öğrendik ki süt diye süt tozu içirmişler bize yıllarca…

Ev yoğurdunu yemeyin dediler; hazır yoğurtlar jelâtin ya da bilmediğimiz yoğurta benzetilmiş kimyasallar çıktı.

Dondurmamıza bile karıştılar. Hazır dondurmaların içinde süt olmadığını öğrendik.

Bizi bitirdiler.

El yapımı tereyağı yemeyin dediler; inandık, hazır tereyağları aroma katılmış margarin çıktı.

Sucuğumuza, pastırmamıza bile karıştılar. Sonra öğrendik ki, koca firmalar bize sakatat yedirmiş…

İçtiniz mi doyuran sularımıza bile karıştılar. “İçmeyin, şu şu hastalıklara yakalanırsınız” dediler.

Duyduk ki, plastik şişelerle susuzluğumuzu giderdiğimiz sular, işlenmiş sularmış.

Kışlık peynir almayı unutturdular. Her yıl alıp salamura yaptığımız peynirlerin yararlı değil zararlı olduğunu söylediler.

Uzman değiliz; uzman zannettiklerimizin konuşmalarına itimat ettik.

Marketlerden aldığımız çoğu peynirin yine sütten değil süt tozundan, bol kireçli, bol kimyasallı ürünler olduğunu öğrendik.

Dedim ya, bizi sadece tüketici olarak bitirmediler, üretici olarak ta bitirdiler.

Ne üreticimize güvendik, ne de bakkalımıza, manavımıza, kasabımıza…

Bizi büyük firmaların büyük marketlerinde sattıkları süslü püslü ürünlere mahkûm ettiler.

Ne tavuk besleyen kaldı, ne horoz… Kuş gribi olursunuz dediler, bir gecede hormonla büyütülmüş piliçleri, günde 5 kere verim aldıkları yumurtaları yedirdiler.

Sebzeyi meyveyi hiç saymayın. Vahametin büyüğü orda yaşanıyor.

Şimdi diyorlar ki, aklınıza gelen gelmeyen kanser türleri türedi. Organik yiyin için…

Biz bittik…

Sağacak ne ineğimiz, koyunumuz, ne besicimiz, ne sütünü sağıp süt, peynir, tereyağı olarak satacak üreticimiz kaldı.

Bizimle birlikte onlar da bitti…

Bitirdiler…

(4 Temmuz 2010/Hakikat Gazetesi)

Rütbesi Türk, Hayat Ağacı’nda…

Hayat Ağacı Dergisi 38. sayı…

Sivas’ın yayıncılıkta en önemli markası haline gelen Hayat Ağacı Dergisi’nin 38. sayısı okuyucusuyla buluştu. Birbirinden ilginç ve güzel konuların kaleme alındığı dergide Rütbesi Türk’ün tanıtımı şu ifadelerle yer buldu:

Sivas’ın maruf simalarından Gazeteci Aydın Deliktaş tarafından yazılan Rütbesi Türk adlı eser, belge niteliğinde fotoğraflarla desteklenen biyografik roman niteliğinde. Devrin sosyal hayatı roman fonunda ayrıca ele alınmış. Yazar, eseri hakkında şunları söylüyor:
“Kahramanımız Çatalca Savaşı’nda önemli inisiyatif almış, burada gazi olduktan sonra rütbe alarak üsteğmen ve yüzbaşılığa kadar yükselmiş önemli bir asker. Sarıkamış Harekatı’nda ayaklarının donması sonucu sol ayak parmakları kesilmesine rağmen aynı rütbe ile görevini sürdürmüş bir kahraman. Ancak onun emekliliğinden vefatına kadar yaşadıkları son derece hazin. Cumhuriyet’e bu derece bağlı Gazi’miz uğradığı büyük haksızlıklarla tek başına mücadele etmesine rağmen hukuken kazanamamış. Aslında kitabın konularından tek bir tanesi bile başlı başına kitap yazacak kadar değerli. Önsözde de belirttiğim gibi bu kitap Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anasına Seyit Mehmet’e bir saygı duruşu.”

Sivas Hizmet Vakfı adına derginin sahipliğini yürüten Sayın Valimiz Salih Ayhan’a, Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenen Mehmet Şarkışla hocama ve Yazı İşleri Müdürü Ahmet Caniklioğlu’na sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Öksüz….

Hayat Ağacı Dergisi’nin “O sene bu sene” sloganıyla çıkardığı 38. sayıda yer alan yazım…

1992 yılıydı. Sivasspor üçüncü ligde can çekişiyordu ve kongre yapacaktı. Ortada ne “adayım” diyen iş adamı vardı, ne de sahip çıkan bürokrat. Yönetim divanda kalacak korkusu ile kongreyi yönetecek kimse bulunamıyordu. Divana yazılacağını anlayan STK başkanları aynı hızla kongre salonundan ayrılmışlardı.

O günlerde popüleritesi olmayan Sivasspor için elini taşın altına koyması gereken hiç kimse pazar gününü heba etmemişti. Salonda yöneticiler, üyeler, taraftarlar ve bazı gazeteci arkadaşlarımız vardı. Divan başkanlığına beni, kâtip üyeliklere de Ahmet Caniklioğlu ve Adnan Yüzbaşıoğlu’nu önerdiler; seçildik.

Kongre salonunu dolduran yiğidolar, üzgündü, mahsundu, suskundu.  Ne vali gelmişti, ne belediye başkanı ne de diğer il yöneticileri. Gündemi sırasıyla icra ettik. Yönetim ve denetim kurulları ibra edildi. Bütçe okundu, oylandı. Nihayetinde, seçim maddesine geldiğinde yönetime aday çıkmadı ve yönetim divanda kaldı.

Kongreyi yiğidoların üzgün bakışları arasında kapatıp, sırtımıza uzanan “Teşekkür ederiz” dokunuşları ile elimizde defterler ve kongre tutanakları evimizin yolunu tuttuk. Basın duayenimiz rahmetli Ahmet Turan Gürel, elimdeki kulüp defterlerine bakıp güldü; “Sivasspor öksüzdür” dedi. “Her öksüzün elinden mutlaka biri tutar. Merak etme!” diye ekledi.

Pazartesi sabah ilk işimiz Vali Ahmet Karabilgin’den ve Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ndan randevu istemek oldu. Vali bey kabul etti, Temel beyin özel kalemi geri dönmedi. Vali Ahmet Karabilgin, ilk görüşmemizde öfkeliydi. “İşadamının, yatırımcının ve Sivaslıların sahip çıkmadığı Sivasspor’a vali nasıl sahip çıkacak?” dedi. “Beni ilgilendirmez” demeye getirdi. Hedef olarak ta, Belediye Başkanını gösterdi. “Ona yakışır; Temel beye gidin” dedi.

Gittik. Durumdan haberdar olduğu için yoğun toplantıları sebebiyle fazla vakit ayıramadı! Daha “Sivasspor” der demez, “Ben yapamam, bana bunun için gelmeyin” dedi.

Öksüz Sivasspor’a sahip çıkmak Vali beyin üzerine kaldı. Bir hafta bekledik. Kulüpte de huzursuzluk başlamıştı. Oyuncusundan malzemecisine kadar herkes para bekliyordu. Transferlerin tamamlanmasına kısa bir süre kalmıştı.

İkinci haftaya girdiğimizde imdadımıza Hızır gibi bir iş adamı yetişti. Daha önce de iki kez başkanlık yapan Yılmaz Göktürk’ü, Vali Bey ikna etmişti. Biz heyecanlandık; Vali bey, “Gelin görüşelim” dedi. Koşa koşa gittim. “Şimdilik en uygun aday bu” dedi. Zaten, hem en uygun hem de tek adaydı.

İkinci haftanın sonu, kongreyi, kalabalık bir davetli ve coşkulu yiğidoların alkışları ile açtık. Protokol konuşmalarının ardından açık oylama ile seçimi tamamlayıp tüm evrakları Yılmaz Göktürk’e teslim ettim.

Bu Sivasspor’un ilk kez divanda kalışı değildi. Önceki kongrelerde de benzerleri yaşanmıştı. Kulüp yöneticileri ya rica minnet bulunmuş ya da bürokratlara teslim edilmişti.

O günden bugüne neredeyse otuz yıla yakın zaman geçti. Bu şehirde herkesin yüreğinde bazen kor bazen aleve dönüşen Sivasspor sevgisi hiç eksilmedi. Sivasspor bu şehrin adeta öksüz evladı gibi en küçük başarısı bile gözleri yaşartıp en çaresiz anları insanların yüreğini sızlattı.

Kulüp bazen valilerimizin, bazen belediye başkanlarımızın ya da bürokratlarımızın sahip çıkmasıyla yarım asrı geride bıraktı; felaketler yaşadı, şehitler verdi. Her valinin her belediye başkanının az ya da çok bir emeği katkısı oldu. Benim gazetecilik yıllarıma denk gelen dönemde Vali Lütfi Fikret Tuncel’in para yardımları, Vali Ahmet Karabilgin’in yönetim oluşturmak için gayretleri, Vali Aydın Güçlü’nün kulübü sabit bir gelire kavuşturabilmek için egzoz gazı ölçümünde zorunlu yardım pulu satmak gibi uygulamaları, Vali Lütfullah Bilgin’in ilk iş kulübe muhteşem bir tesis kazandırması ve bugünkü kurumsal yapısını oluşturması, diğerlerinin her maçta taraftar gibi destekleri unutulmaz hizmetler oldu. Rahmetli Osman Seçilmiş, belediye başkanlığının yanı sıra kulüp başkanlığını üstlenip belki de kendisinden hiç beklenmeyen bir performans ve özveri ile takıma şampiyonluk yaşattı.

Sivasspor şampiyonluk yolunda ilerlerken belki de en büyük kazancını bugün Vali Salih Ayhan önderliğinde alıyor. Vali bey, kendi sahasında oynadığı her maçında yüzlerce çocuğun hayatında iz bırakacak ve tüm Türkiye’ye örnek olacak bir projeye önderlik ediyor. Takımın gelecekteki taraftarları ve yöneticileri hatta oyuncuları bu muhteşem proje ile hazırlanmış oluyor.

Öksüz Sivasspor bugün emin ellerde ve gözümüz arkada değil. Biz yine başarılarıyla sevinmeye, yenilgileriyle hüzün yaşamaya devam ediyoruz. Yarım asrı geçen geçmişine rağmen O, şehrimizin en küçük çocuğu ve biliyoruz ki, her zaman ilgiye, alakaya muhtaç öksüzümüz…

Eminim bu şehir her daim elini uzatacak ve yanında yer almaya devam edecek.

Selamlarımla…

Hayat Ağacı Dergisinin özel sayısı yazarların katılımı ile tanıtıldı…
Sivas Valisi Salih Ayhan, dergiye yazılarıyla katkı veren yazarlara teşekkür etti….
Hayat Ağacı Dergisi’nin tanıtımına Sivas Belediye Başkanı Hilmi Bilgin de katıldı…

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ‘Rütbesi Türk’ kitabı yayımlandı

SİVAS, (DHA)- OSMANLI’nın son dönemi ile Türkiye’nin ilk kuruluş yıllarında yaşayan Sivaslı bir gazinin hayat hikayesinin konu alındığı ‘Rütbesi Türk’ isimli kitap yayımlandı. Gazeteci Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı kitapta, iki kez gazi olan Yüzbaşı Seyit Ahmet Öktem’in, emeklilik döneminde yaşadığı haksızlıklar anlatılıyor.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ilk kitabı olan ‘Rütbesi Türk’, bir gazinin hayatını belgelere dayalı olarak anlatıyor. Abide yayınlarından çıkan kitap ayrıca 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da paragraflar barındırıyor. Toplam 208 sayfadan oluşan kitapla ilgili bilgiler veren Gazeteci Aydın Deliktaş, çoğunluğu Sivas’ta geçmiş olan bir yaşam öyküsünü, objektif bir şekilde ve hikayeleştirerek kaleme aldığını söyledi. Askeri alanda önemli başarılara imza atan ve iki kez farklı savaşlarda gazi olan Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem’in yaşantısının emeklilik döneminde uğradığı haksızlıkları aile bireylerinin anlatımı ile kaleme aldığını belirten Deliktaş, “Kahramanımız Çatalca Savaşı’nda önemli bir inisiyatif almış, burada gazi olduktan sonra yüzbaşılığa kadar yükselmiş önemli bir asker. Sarıkamış harekâtında ise ayaklarının donması sonucu sol ayak parmakları kesilmesine rağmen, aynı rütbe ile görevini sürdürmüş bir kahraman. Ancak onun emekliliğinden vefatına kadar yaşadıkları son derece hazin. Cumhuriyete son derece bağlı bu gazimiz, uğradığı büyük haksızlıklarla tek başına mücadele etmesine rağmen, hukuken kazanamamış bir gazi. Aslında kitabın konularından tek bir tanesi bile başlı başına kitap yazılacak kadar değerli. Önsözde de belirttiğim gibi bu kitap, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşu” dedi.

Kitap çalışmalarına 2016 yılında başladığını ve 2017 yılında torunu Seyit Ayhan Öktem’in de aracılığı ile belge toplamaya başladığını belirten Gazeteci Deliktaş, “Bu kitapta benim kadar en az torununun da katkısı ve emeği var. Ayrıca hayatta olan kızı Sıddıka Öktem (Demirkol) Hanımefendi’nin hafızasında tazeliğini koruyan tüm anıları, bana ışık oldu ve yol gösterdi. Sayısız yazışmanın ardından bize ulaşan resmî belgelerin büyük çoğunluğu Osmanlıca olduğu için bu konuda da imdadımıza Prof. Dr. Recep Toparlı yetişti ve Türkçe’ye çevirdi. En önemli desteklerden birini de Sayın Ahmet Necip Günaydın’dan gördüm. Onlara ve destek olan herkese teşekkür ediyorum. Kitap gerek anlatımımız, gerekse belgelerimiz ile bir döneme ışık tutacağı gibi Milli Mücadele’nin unutulup gitmiş sayısız kahramanının hayatlarının ne kadar araştırmaya değer olduğunu da gözler önüne serecektir” diye konuştu.

Gazeteci Deliktaş, çok farklı bir konuda yine Sivas’ta yüz yıl önce yaşanmış bir hadiseyi anlatacağı ikinci kitabının hazırlıklarına başladığını da ifade etti.

Kırk Romalı asker

Hristiyanlığın ilk yıllarıdır ve Roma imparatorluğu sınırlarını azımsanmayacak ölçüde genişletmiştir. Anadolu topraklarını da içine alan bu imparatorluk, Hz. İsa´nın gelişinin ardından Yahudilerin de kışkırtması ile bu yeni dine karşı savaş açar.

İsa´nın dinine kabul edenler, Roma yönetimi tarafından kabul görmemektedir. En basit yaptırım sürgündür. Yurtlarından edilen insanları her gittikleri yerde türlü işkenceler beklemektedir.

Roma İmparatorluğu koltuğunda Licinius (Likinyus) oturmaktadır. Tedbirleri serttir, işkence yöntemleri dayanılmazdır.

Tam da bu dönemde, Kapadokya´da görevli kırk Romalı asker Hz. İsa´nın dinine girer. Dinlerini bir süre gizli yaşasalar da kısa sürede bu ortaya çıkınca derhal tutuklanırlar.

Dinin suç olduğu erken Hristiyanlık döneminin bu kırk askeri, idam cezasına çarptırılır…

Kırk Romalı asker, cezalarının infazı için mart ayının çat ayazında soğuğu ile meşhur başka bir şehre sürgün edilir. Bu arada üzerine buz kaplamış bir gölün hemen karşısına hamam kurulması talimatı gelir. Romalılar kısa sürede bu hamamı tamamlar. Askerlerin anlam veremediği bu hamam kurma çabası onların felaketidir.

Romalı kırk askere buzla kaplı suya girmeleri emredilir. Tereddüt etmeden soyunup suya girerler.

Onlara bir seçenek sunulur. Dinlerini reddetmeleri halinde sudan çıkıp hamama girebilecekleri ve bu işkenceden kurtulacakları söylenir. Askerler inançları gereği kabul etmezler.

Giderek donmaya yaklaştıkları bir anda askerlerden biri son bir umutla buz tutmuş gölden çıkıp hızla hamama girer. Durum onun açısından daha da kötüleşir ve sıcakla buluştuğu anda ölür.

Artık, suyun içindeki otuz dokuz asker için de yolun sonu gelmiştir. Hristiyan İnanışına göre suyun içinde donmuş olan Romalı askerler ilahi birer taçla ödüllendirilir. Fakat hamama giren askerin tacı gölün üzerinde havada asılı kalmıştır.

Bunu gören diğer Romalı askerlerden biri göle girip Hıristiyanlığı kabul eder ve havada asılı kalan taç onun başına konar. Kırk askerin donmasıyla, Hristiyanlığın bugün en önemli simgelerinden olan “Kırk Şehitler” tamamlanmış olur.

O günün kırk şehitleri kiliselerin çarpıcı figürleri haline gelir. Anadolu´da kurulan her kiliseye kırk şehitlerin canlandırması resmedilir. Fransa´nın en önemli sanat müzesi Petit Palais´te o anı canlandıran tablo sergilenmektedir.

Olay resmedilmekle de kalmaz. Süryaniler her 9 martta Kırk şehitler gününü en önemli bayramları olarak kutlar. Takvim farkından dolayı da batı kiliselerinin tamamı 10 martta kırk şövalyeyi anar. UNESCO´nun da listesinde olan Kırk Şehitler Bayramı, Makedonya ve İskip´te 14 martta kutlanır.

Bunları niye yazıyorum?

Yukarıda özetlediğim Hristiyanlığa ait en önem olay, burada, Sivas´ta yaşanmıştır. Üçlerbey mahallesinde Çukurpınar denilen mevkiidir. Sivaslılar burayı, “Kırk şehitler”, “Kırk Azizler” ve “Kırklar” olarak bilir.

Hani turizm filan diyoruz ya…

Alın size inanç turizminin zirvesi. Yeter ki, hayata geçirebilelim ve her 9-14 Mart arasında, “Sabeste (Sivas) Kırk Şehitler Bayramı” adıyla kutladıkları bu özel günün kutlamalarını Sivas´a çekebilelim.

Zor mu?
Hiçte değil…
İsteyelim yeter!..

(25 Temmuz 2019/İrade Gazetesi)

Gardaş dedikodusu

Sivas, 5-6 Ağustos tarihlerinde Gardaşlık Festivali düzenledi. Düşünen ve hayata geçirenleri kutlarım. Bizi bir arada tutacak benzer festivallere ihtiyacımız var.

Halk oyunları gösterileri, sergiler, oyunlar, toplu yürüyüş ve toplu halay çekme etkinlikleri, Serdar Ortaç konseri ile sona erdi. 4 Eylül Kongresi´nin yüzüncü yılının kutlandığı bu günlerde şehir farklı bir görüntüye büründü.

Gardaşlık Festivali´nde sahne alan Serdar Ortaç´a Valilik aracılığı ile bir sürpriz de ben yaptım. 2000 yılında Sivas´ta askerlik yapan Serdar Ortaç´ın yemin töreni fotoğraflarını arşivden çıkarıp Valiliğe verdim. Onlar da çerçeveletip konser sonrası sanatçıya hoş bir sürpriz yapmış oldular.

Nerden çıktı bu Gardaşlık Festivali?

Sosyal medya son yıllarda tüm dünyanın hararetle kullandığı bir alan. Örneğin Twitter´da bir hashtag (haşteg) açıyorsunuz, ne kadar tweet alırsa o kadar gündem oluşturuyorsunuz. Bir bakmışsınız, twitter açtığınız haştegle dolu.

Bu ilk kez, 2017 yılında, Belediye Basın ve Halkla ilişkiler sorumlusu Ünal Torun tarafından ortaya atıldı. Başkan Sami Aydın´ın da onayıyla, belediye öncülüğünde sosyal medyada, #DünyaSivaslılarGünü adıyla haşteg açıldı.

Tarih olarak plakamıza denk gelen 5.8.2017 günü seçildi. O gün sosyal medyada Sivas hiç almadığı kadar reyting aldı ve üst sıralarda en çok bahsedilen şehir oldu. Dünyanın dört bir yanından Sivaslılar, günlerce özlem dolu twitler attı.

Ünal, ikinci yıl bunun Belediye organizesi ile şenliğe dönüştürülmesinin alt yapısını oluşturdu. O gün yapılan çalışmaları yakından takip ettim. “Minderini al gel” adı altında meydanda düzenlenecek şenlik, maalesef Şarkışla´da şehidimizin olması sebebiyle yapılamadı. Ama sosyal medya o gün yine adeta yıkıldı.

Bugün, Valimiz Salih Ayhan´ın bu fikre sahip çıkması ile festivale dönüştürüldü. Bir kere, sosyal medya aracılığı ile tüm Türkiye, hatta dünya 5 Ağustos´u Dünya Sivaslılar Günü olarak kabul etti. Üstüne üstlük, önümüzdeki yıllarda da devam ettirilirse bize özel hasretini çektiğimiz bir festivalimiz oldu.

Sosyal medyada, Gardaşlık Festivali ve Dünya Sivaslılar Günü ile ilgili övgü ve hasret dolu sayısız mesaj paylaşılırken, dedikodu kazanı da aynı hızla kaynadı. Bir kısmı haklı endişelerdi ama bir kısmı gereksiz karalamaya dönüktü.

“Bu festival 4 Eylül´e alternatif mi?, Bu festivalle 4 Eylül ruhu mu gölgelenmek isteniyor?, Gardaş diye bir tabir olur mu, biz o kadar mı kabayız?, Plakası herhangi bir ayın gününe denk gelmeyenler ne halt edecek?, Sivas koskoca köy oldu, ağlanacak halimize şenlik yapıyoruz, Bugün eğlenirsiniz, yarın açlığınıza ağlarsınız, O parayla gülüp oynayana kadar yatırım yapsalardı ya, El uzaya gidiyor biz halay peşindeyiz, vs.vs.”

Bir kere Gardaşlık Festivali ya da Dünya Sivaslılar Günü´nün 4 Eylül´e alternatif olacak ne tarihi bir anlamı ne de onu gölgeleyecek bir yapısı ve kutlama programı var. Eğer 4 Eylül´ü bir festival gölgeleyecek kadar basite alıyorsanız zaten anlamını ve taşıdığı yüksek ruhu anlamamışsınız demektir.

Hadise son derece basit. Buyurun meydana, gülün-eğlenin, etkinliklere katılın ya da seyredin… Yılda bir ya da iki gün Sivaslı egonuzu kabartın, memleketlilik gururunuzu okşayın ve çoluk çocuğunuzla hoşça vakit geçirmenin yollarına bakın.

Bu başlangıç olsun. Misal meşhur köftemiz, dönerimiz, el sanatlarımız, kaplıcalarımız, Kangal köpeğimiz, madımağımız başka festivalleri ardından getirsin. Uluslararası kış sporları festivali için kafa yormamıza vesile olsun.

Komplo teorisiyle geç bulduğumuz festival ortamını dedikodu kazananına atmayın gardaş…

(8 Ağustos 2019/İrade Gazetesi)