Villa

Doğduğum ve bebekliğimin geçtiği ev iki katlı ahşap ve bahçeli bir evmiş. Sonradan gittim gördüm. İki kanatlı kapıdan girilen bahçesinde büyük bir armut ağacı, köşede çeşme ve kömürlük, diğer tarafta da küçücük bir kümes vardı. Alt kata hemen dış kapının karşısından girilirken, üst kata ise evin sol yanına yapılmış ahşap merdivenlerden çıkılıyordu. Muhtemelen evin sahibi iki katı ayırıp ayrı ayrı kiraya vermişti.

Çocukluğumun geçtiği ev ise betonarme iki katlı bir evdi. Bahçe girişinin sağında yarı bilek kalınlığında kaynak suyu akardı. Babam oraya yerle aynı seviyede mini havuzu andıran bir kürne yapmıştı. Bahçenin solunda ağaca dönmüş bir gül ve her bahar bahçeyi gül kokusu kaplardı. İki elma ağacının biri yumruk büyüklüğünde, diğeri cevizden biraz büyük yeşil elma verirdi. Bahçemizde odunluk, kömürlük ve bir de küçük tavuk kümesi mevcuttu.

Evin verandasına birkaç basamakla çıkılırdı. Âdet üzere sonradan o verandanın etrafı çevrilip kapatılmıştı. Giriş holünün sağında, lavabonun üzerindeki penceresi bahçeye bakan mutfak, solunda oturma odası, ileride sağda banyo-tuvalet, hemen karşısında da üst kata çıkılan merdiveni vardı. O merdivenin altı kiler olarak kullanırdı. İkinci katta iki oda ve iki odanın ortak kullandığı bir balkonu mevcuttu.

Karşımızda amcamların evi vardı. Onlarınki tek katlı ama çok odalıydı. Bahçesi arkadaydı ve elma, vişne ağaçları mevcuttu. Onların yanındaki Hacı abilerin evi yine ahşap ama iki katlıydı. Alt katında bir oda, mutfak, banyo, tuvalet, üst katında yatak odaları bulunurdu. Üst kata evin içinden ahşap merdivenle çıkılırdı. Hatırı sayılır büyüklükte bahçesi ve o bahçenin içinde büyük bölümü sokağa taşan devasa bir vişne ağacı vardı. O ağaç meyve verdiğinde vişneleri yemekten çok seyretmek insana büyük zevk verirdi. Bahçedeki odunluk-kömürlük ve kiler olarak kullanılan müştemilat bile neredeyse bahçede küçük bir ev daha varmış havası estirirdi.

Mahallemizde hiç bahçesi olmayan tek ev Hacı abilerin yanındaki küçük evdi. Ki, o da iki katlıydı ve içeriden merdivenle üst kata çıkılırdı. Küçük dediğim evde evlerinin reisi vefat etmiş üç kişilik bir aile yaşardı. Muhtemelen evi inşa edenler kalabalık bir aile hayal ederek bahçe için ayrılan arsayı da eve katıp kullanmışlardı.

Sokağa bir baştan girdiğinizde öbür başa kadar meyve ağaçlarının envaı çeşidi görmek mümkündü. Yeşil elma, kırmızı elma, armut, vişne ve ille de erik ağaçları sokaklara taşan dallarıyla gözünüzü yeşilin her tonuyla buluştururdu. Pencere önlerine dizilmiş saksı çiçekleri, bir ressamın fırçasından çıkmış tuval gibi rengarenkti.

Bizim bir üst sokağımız bilinen adıyla Çavuşbaşıydı.  Orada da daha çok tek katlı ve en fazla iki katlı bahçeli evler sıra sıra diziliydi. Ağaçsız bahçe neredeyse yoktu. Meyve ağaçlarıyla birlikte bazı evlerin bahçelerinden kavak ağaçları yükselirdi.

Gün geldi dalından meyvesini yediği, oksijenini ciğerlerine çektiği, bahçesinde mangalını yaktığı, çayını içip kışlık turşusunu yaptığı o bahçeli evlerin sahipleri, apartman dairelerini keşfetti. Hele hele bir de evini verip karşılığında “İki daire” sözü alan ahali, anahtarı müteahhide teslim edip kiraya çıkmaya başladı. Tek başına girip çıktığı evine hiç tanımadığı 5-6 apartman komşusu ile girip çıkmaya başlayınca da aklı başına geldi. Ağaçlı, çiçekli, çeşmeli bahçeye sığmayan aileler, iki metrekarelik beton balkonda aradığı huzuru bulamadı.

O mahallelerin hepsi bugün apartman dediğimiz ağaçsız beton yığınlarıyla dolu. Mahalleler yok olunca, mahalle kültürü de zaten yıkılan evlerin enkazları ile birlikte kamyonlara yüklenip gitti.

Şimdi insanlar, şehrin gürültüsünden, kirli havasından ve yaşamaya mecbur olduğu apartman ucubelerinden kurtulmak için şehir dışına kaçma peşinde. Bizim o yıllarda “Evimiz” dediğimiz yapıların günün inşaat teknolojisine uygun yapılmış olanlarına “Villa” adını koyup astronomik fiyatlarla alabilmek için çaba sarf etmekte.

Bir nesil, müteahhitten bir daire fazla alma pahasına o güzelim dokuyu mahvetti. Şimdi başka bir nesil o iki daire parasından daha fazlasına müteahhitten bir villa(!) alabilme hayalinde…

Hâlimiz, Aziz Nesin’in köyün ağası ile köyün çobanını konu aldığı ibretlik hikayesi gibi…

“Biz bu b.ku niye yedik?”

(24 Ağustos 2019/İrade Gazetesi)

Yüreğine taş oturacak

Eraydın AYTEKİN
Gazeteci/DHA Sivas büro şefi

Kitabı bir solukta okudum. Etkileyici bir anlatımla kaleme alınmış, çok güzel bir hikaye.

Osmanlı’nın buhranlı günlerinden yeni Türkiye’ye geçiş sürecindeki sıkıntıların da yansıtıldığı, isimsiz bir kahramanın ibret alınacak hayatı. Hiçbir başarının cezasız kalmayacağı deyiminin hazin bir örneği.

Okuduğunuzda yüreğinize bir taş oturduğunu fark edecek ve hikayenin kahramanının yaşadığı o duyguyu bire bir siz de en derinden hissedeceksiniz.

Aydın abimizi tebrik ediyorum, yüreğine ve kalemine sağlık. Mutlaka devamını da bekliyoruz. Emeğine sağlık. Mutlaka okunmalı, okutulmalı….

Dizi ya da film olur

Sabri KARAKAYA
Basın İlan Kurumu Tekirdağ Müdürü

“Rütbesi Türk”… Dün bir kargo geldi… Bir yayınevinden gelen kargo… Hem de adıma imzalı… Kendisiyle kurumumuz yayın organı “Basın Hayatı” dergisi için uzunca bir süre sahipliğini üstlendiği ve halen ortağı bulunduğu “Hadiselerle Hakikat Gazetesi” için röportaj yaptığım, yaklaşık 3 yıl da severek görevde bulunduğum Cumhuriyet Şehri Sivas’ın yetiştirdiği gazetecilerden Aydın Deliktaş’ın yeni çıkan kitabı bu… Çok mutlu oldum, “he mi” de duygulandım…

Akşam yemeğin ardından sevgili ağabeyim ve arkadaşım Aydın Deliktaş’ın “Rütbesi Türk” adlı Sivaslı Gazi Seyit Mehmet Öktem’in hayatını konu alan ve ileride dizi veya film olabileceğini düşündüğüm bu romana kendimi öyle bir kaptırmışım ki, saatin 24.00 olduğunun bile farkına ancak eşimin “Yatıyoruz” seslenişi ile vardım.

Yaklaşık 4 saatte 185’inci sayfaya gelmişim… 208 sayfalık bu romanı gece bitirmeliydim. Ama olmadı… Bu sabaha kaldı. İyi ki, bu sabaha kalmış, yoksa Sivaslı Gazi Seyit Mehmet Öktem’in vefatıyla noktalanan son bölümünden de etkilenerek sabahı edemezmişim…

Ellerine ve yüreğine sağlık Aydın Deliktaş… Tüylerinizi diken diken edecek ve benim gibi bir solukta okuyacağınızı umduğum bu romanın daha birçok kez basılacağına ve binlerce okuyucuya ulaşacağına da inanıyorum.

Son söz, sevgili ağabeyim ve arkadaşım Aydın Deliktaş’ın “Rütbesi Türk” adlı romanından:

“Yüreği ülkesi için atan her vatandaşın hikâyesi değerlidir. Türk olmak ve memleketimizin istikbali için tuğla koymak başkaları tarafından taltif edilmekten önemlidir. Tarih, zamanı geldiğinde ülkemiz için yapılan her faydalı işin hakkını sahibine teslim edecektir”.

Etkilendim…

Hüseyin YILANKIRAN

3 yılda yazılan bu kitabı 3 günde okuyun lütfen değerli arkadaşlarım.

Sivas Vilayet kitabevinden aldığım bu kitabı okudum. Önsözünü de 3 kez okudum. Her vicdanlı vatansever Türk kendini bulur hemen. Böyle muhteşem başlayan bir önsözden sonra aklıma gelen Hıncal Uluç’un “Kendi yıldızını bulmak” adlı kitabı oldu ama şükür öyle de değildi .

Hıncal Uluç o kitapta önsöźüne Avrupalı bilge yazarın muhteşem bir makalesini koyup ardından sıradan yazdığı günlük gazete makalelerini koyarak tam bir aldatmaca yaşatmıştı okuyucusuna.

Rütbesi Türk’de her Türk’ün mütevazı ve mücadeleci ruhu iyi anlatılmış.
Sarıkamış felaketi ve Ermeni Techiri tarihi gerçekleriyle araştırılıp yazılmış.
Kitabın kahramanı Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlıklar ve kişisel mağduriyetlerde de sadece bireysel olarak mücadele etmesi, görevdeyken çocukluk arkadaşı İsmet İnönü’den de imtiyaz ve destek istememesi de iradenin azmin simgesi olmuş. Seyit Mehmed’in şahsında Milli mücadelelerin nasıl verileceğini de çok iyi kavramış olduk.

Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olan Cumhuriyet Halk Fırkası teşkilatlarının millete ve emekli subaylara olan baskısını Atatürk’te tahmin edememiş. O gün ya tabii olursun yada helak olursun, ya da Bugünkü gibi de ya biat edersin ya da mahvolursun baskısı tarihin sadece tekerrürüdür.

Verilen gaziliğin siyasi teklifin reddiyle geri alınması Seyit Mehmed’in sonunu hazırlamış. Kitap gerçekte birde biyografi gibi. Kitapta hiç alıntı yok, resim ve belgeler araştırılıp temin edilmiş Süper.

Son sayfalarda acı ve hüzün var. Etkiledim. Kutluyorum bu kitaba verilen emeği. Kutlarım yazarımızı.

Koro

90’lı yılların başıydı. Benim gazetecilikte en acar günlerim. Kültür Bakanlığı’nın bazı illerde Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuracağı haberini alınca, peş peşe haberler yorumlar yazmaya başladık.

Sivas türkünün, halk müziği kültürünün göbeği. Hatta anası. Koronun yakışacağı birkaç il varsa onların en başında gelecek yer burası. Aşık Veysel’leri, Vehbi Cem Aşkun’ları, Muzaffer Sarısözen’leri ve o kültüre ölçüsüz katkılarda bulunmuş daha nicelerini çıkarmış bir ilde devlet korosu olmaz da nerde olur?

Şartlar, imkânlar ve siyasi zemin uygundu, Türkiye genelinde üç korodan biri Sivas’ta kuruldu. 1991 yılında, kulakları çınlasın kurucu şef Celal Vural’ın hazırladığı repertuarla ihtişamlı bir konser verdi. Tam 40 kişi… Tek bir sesten, inanılmaz bir disiplin içerisinde, müzikalitesi en üst seviyede ilk konserle Sivas’lılara unutamayacakları bir gece yaşattı.

Enstrümantal olarak seslendirilen Deli Derviş, rahmetli babamın en sevdiği türkülerden El vurup yareni incitme tabip, Ben kendimi gülün dibinde buldum, Anam ağlar başucumda oturur ve Yaylalar yüce yaylalar parçaları hâlâ kulaklarımdadır, o günkü ihtişam gözlerimin önünden gitmez.

Celal Vural görevini tamamlayıp şefliği Uğur Kaya’ya teslim etti. Gittikçe artan bir ilgiyle koronun konserleri adeta salonlara sığmadı. Tabiri caizse dinleyenin tadı damağında kaldı.

Seçilmiş onca saz ve ses ustasının dilinde türkülerimiz sanki yeniden doğdu, halkın beğenisine sunulan repertuarların içinde yeniden hayat buldu. Uğur Kaya, her konser finalinde yüzünü seyirciye dönüp onları da türküye dahil edince yüzlerce kişi kendini koronun bir elemanı gibi hissetti.

Ayakta hem de dakikalarca alkışlanmayan konserlerine şahit olmadım. Birkaç saat süren konserler hazırlanan repertuarlarla öylesine şahane bir hâl almıştı ki, dinleyene birkaç dakika gibi geliyordu. Koro, her konserini sıkmadan, yormadan hiç bitmesini istemediğiniz bir geceye dönüştürüyordu.

Birden koroda yaprak dökümleri başladı. Siyasi otorite değiştikçe “adamını bulan” büyük şehirlere kaçmanın yollarını aradı. İstanbul, Ankara ve İzmir’de de korolar kurulunca bu yaprak dökümü hızlandı.

Koromuz gözlerimizin önünde erimeye devam ederken, kimse dönüp bu işin çözümü nedir, nerededir diye bakmadı. Şimdi koca salonlara sığmayan koronun tek tek sayılacak kadar az dinleyicisi, takipçisi var. Allah’tan protokol ön bir iki sırayı dolduruyor da, arkanın boşluğunu hissedilmiyor.

Kurulduğu yıllarda tüm Türkiye’nin konuştuğu koromuzun son yıllarda bırakın manşet olmasını birkaç satırlık haber olduğuna bile pek az rastlıyorum.

Bir konser öncesi bilgi verirlerken not almışım; koromuzun 13 kadrolu 17 misafir sanatçısı var şu an. Müzik otoriteri değilim elbette ama bana olduğu kadar diğer seyircilere de absürt geldiğinden eminim. Türk Halk Müziği Korosu’na monte edilmiş gibi duran kanun, keman, klarnet gibi enstrümanlar koronun klasik yapısını bozmuş durumda. İnce sazlar insana arabesk dinleyeceğiniz izlenimi veriyor sanki.

Seslendirilen türkülerin seçimi ise birkaç konserde bir birbirinin aynısı. Repertuarlarda bile hiçbir yenilik yok. Şef Uğur Kaya’nın, “Bir eser çıkardım arşivden, ilk kez bizim koro seslendirecek” diye heyecanlandığı ve heyecanlandırdığı türkülerin bir tekine bile şahit olmuyorum artık.

17 Aralık’ta bir konseri daha varmış koromuzun. Yine sessiz sakin bir köşeden güzelim türkülerimizi dinlemek için salondaki yerimi alacağım. Eminim bilmem kaç defa dinlediğim türküleri yine aynı korodan acı zulüm dinleyip heyecansız eve döneceğim.

Demem o ki, bir el lazım. Bu kötü gidişe dur diyecek, şimdiki konumundan alıp daha üst seviyelere çıkaracak bir el… Kim olur, nasıl olur bilmiyorum… Bence durum acil ve vahim. Yoksa son türküyü koro için rahmetli Ali Kızıltuğ usta’dan hep beraber söyleyeceğiz:

“Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele”

(12 Aralık 2019/İrade Gazetesi)

Fiske

Çanakkale savaşının en şiddetli günleridir. Düşman donanmasının amiral gemisi, İngiliz’lerin Queen Elizabeth zırhlısıdır.

Dönemin en gelişmiş teknolojisi ile üretip gururla sularımıza soktukları bu zırhlıya, İngiltere’yi süper güç yapmayı başaran Kraliçe 1. Elizabeth’in adı verilmiş, yine ittifakla Çanakkale’yi ilk geçecek zırhlı şerefine nail olması için en başa konulmuştur.

O zırhlı adına yakışır şekilde bir bir tabyalarımızı top ateşine tutarak büyük kayıplar verdirmeyi başarır. Sancağında dalgalandırdığı İngiliz bayrağı ile Boğazı geçmesi an meselesidir.

Son derece güçlü bir zırhla donatılmış olan Queen Elizabeth’i top atışlarımız sarsmaktan öteye etki etmemektedir. İlerlemesi bir türlü durdurulamaz.

Ta ki Elizabeth, Rumeli Mecidiye Tabyamızı top ateşine tutana kadar.

Vurduğu o son tabya, ilerleyişinin de kaderini değiştirecektir. Ya tüm donanmalar peş peşe Çanakkale’yi geçip kara savaşlarına gerek kalmadan İstanbul’a ulaşacaktır ya da bir mucize savaşı başka bir mecraya sürükleyecektir.

Son top atışıyla tabyamızdaki kahraman askerlerimiz şehit düşmüş, toplarımız ise hasar görmüştür.

Hayatta kalan iki askerimizden ufak tefek olanın gök mavisi gözlerinde adeta şimşekler çakar. Az önce tayınını paylaştığı, bir memleket havasında uzaklara dalıp gittiği arkadaşlarının cennet kokan cansız bedenlerine bakıp büyük bir hırsla yerinden fırlar.

O artık eni topu atmış kiloluk bir asker değil, tüm şehitlerin hıncını alacak bir devdir. Yaralı tabya komutanı ve diğer yaralı arkadaşının şaşkın bakışları ile gözlerini kapatıp kendinden beş kat ağır top mermisini bir anda sırtlanır ve topun ağzına sürer.
Çakmak çakmak olmuş gök mavisi gözlerini açtığında, Elizabeth’in tam kalbine nişan almıştır.

Onu kahraman yapacak ve diğer kahramanlarımızın göğsünü kabartacak tek atışı tam da istediği yere isabet ettirir. Bilir ki, zırhla donatılmış bu gemiyi rotadan çıkarmak için tek atışlık şansı vardır; o şansı da tereddütsüz kullanıp topu ateşlemiştir.
Rumeli Mecidiye Tabyamıza gelene kadar onca top atışına rağmen sarsılmadan ukala salınışı ve kibirli ilerlemesini sürdüren Elizabeth, bir anda dalgalara kapılıp balıkçı teknesi gibi sallanmaya başlar. Elizabeth’in mekanik kalbi, personeli gibi darmadağın olmuştur.

O gök mavisi gözlü koca yürekli asker, Elizabeth’i dümen sisteminden vurmayı başarmıştır. Tek atışla Elizabeth, Çanakkale’nin sularında yalpalamaktan ve sağa sola savrulmaktan öte hiçbir işe yaramayan yüzen tenekeye dönmüştür.

Şairin; “Sana kutsal gelen bin yıllık çınar / Fiske vuruşuyla yıkılır bir gün” dediği gibi, kutsal Elizabeth’i yıkacak fiske vuruşunu yapmıştır.

O tabyaya kadar döşenen mayınlardan adını taşıdığı kraliçe gibi İngiliz kıvraklığı ile kurtulmayı başarmış Elizabeth, dümensiz çarptığı mayınların patlamasıyla olanca haşmeti ve kibri ile Çanakkale’nin soğuk sularına gömülür.

Gök mavisi gözlü koca yürekli asker savaşın kaderini değiştirmiştir.

Sınır tanımaz hırsı ve kahramanlığı ile onbaşı rütbesine yükseltilerek o savaşta bir askere verilecek en büyük ödül olan çift tayın alma hakkını da kazanmıştır. Rütbesini onurla takar, ancak çift tayın hakkını her gururlu Türk askerinin yapacağı gibi reddeder.

Gururla ve belki şaşkınlıkla hikayesini okuduğunuz o kahraman Koca Seyit Onbaşı’dır …

Ufak tefek bedeni elli yaşındayken, 1939 yılının tam da bu ayında vereme yakalanmış, ecel onu şehit arkadaşlarıyla buluşturmuştur.

Ruhu şad olsun!

O da diğerleri gibi bugün, hemen şimdi okuyacağımız bir Fatiha’yı hak ediyor.

(19 Aralık 2019/İrade Gazetesi)

Yakın tarihimiz

Tuncay Alkiraz
Sınıf öğretmeni

Okuduğu bir masal, bir öyküdeki karakterin; yahut izlediği bir dizideki karakterin; düştüğü zor duruma üzülür, uğradığı haksızlığa içten içe öfke duyar ya insan… Bu üzüntü ve öfkeye sebep olan durum sanal bir kurgudan ibarettir aslında.

“Rütbesi Türk” romanında: Yakın tarihimizin gerçekleri esarete mahkum edilmek istenen bir milletin, bağımsızlık için verdiği şan şeref dolu mücadelesi, akıcı, etkileyici bir üslup ve sade bir dil ile anlatılmış. Manda ve himayeyi reddeden, şan şeref dolu o mücadelenin kahramanlarından birinin “Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem” hayatı, vatan için yaptıklarını, feda ettiklerini, azmini, sabrını… Tüm bunların sonunda o kahramana reva görülenleri… Onur dolu bir hayatın, kederli bir hayata dönüşümü, o keder içinde sona ermesi. Kader diyerek geçiştirilemeyecek, en hafif bir “İnsanlık ayıbı”…

Kalemine sağlık Aydın Bey: Yakın tarihimizde yaşamış bir kahramanın gurur dolu olduğu kadar, hazin hayat hikayesinden bizleri haberdar ettiğin için. Kaleminizin mürekkebi hiç kurumasın.

Önemli olan yazmak değil

Ömer ÇAKAL
Gazeteci

Sabah erken kalkanın kitap yazdığı ve bir şekilde bastırdığı günlerdeyiz. Hiç birini hor görmüyorum, emeklerini yok saymıyorum ama kişi başına düşen yazar! sayımızdaki artış beni mutlu da etmiyor. Önemli olan yazmak değil yazdığından okuyucunun da keyif alması…

İşte Aydın Abinin (Deliktaş) “Rütbesi Türk” kitabı okuyanın cidden keyif alacağı nadide bir eser olmuş. Üstelik gerçek bir hikayeden esinlenen bu romanı okuyunca sadece keyif almakla kalmıyor, zaman zaman öfkeleniyor, zaman zaman gururlanıyor ama en çok ta hüzünleniyorsunuz.

Gazi Yüzbaşı Seyit Mehmet’in cephede, cephe gerisinde ve emeklilik günlerinde verdiği mücadeleye ortak oluyor, “bu kadar da olmaz” diyerek okumayı bırakıyor ama merakınıza yenilip çok geçmeden yeniden okumaya başlıyorsunuz.

“Kitabın içine girmek, kitabın kahramanıyla bütünleşmek” diye bir şeyin varlığına “Rütbesi Türk”ü okuyunca siz de inanacaksınız.

Köşe yazılarındaki o tarifsiz üslubu daha da zenginleştirerek ilk kitabına ilmek ilmek işleyen Aydın Abiyi kutluyor, ikinci kitabını şimdiden heyecan ve merakla beklediğimi bilmesini istiyorum.

Hüzünlendim

Gazi Ekşi
Gazeteci

Sevgili dostum Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı “Rütbesi Türk” isimli romanını bir gece soluksuz okudum. Zaman zaman hüzünlendim, yapılan haksızlık karşısında öfkelendim.

Sivas kültürünü bu denli açık bir dille anlatılmış olması vallahi beni o günlere götürdü. Romanda yer alan bilgilerin gerçekliği ve tarihi belgeler ile sunulması okullarda öğrencilere kaynak kitap olacağı kanısındayım. Romanın basılması da emeği geçenlere teşekkür ederim.

Bu arada İsmet İnönü’nün gerçek isminin de Mustafa olduğunu bu roman sayesinde öğrendim. Güzel bir çalışma olmuş Deliktaş devamını bekliyoruz sevgilerimle…

Rütbesi Türk

Ali İZGİ
Gazeteci&Programcı

RÜTBESİ TÜRK

Aydın (abinin) DELİKTAŞ Kitabını aldım. Kitabı elinize aldığınızda kapak tasarımı ve ismi sizi büyük bir heyecana sevk ediyor. Ancak ben bu heyecana kapılıp bir nefeste okumadım, üç günde yavaş yavaş, sindire sindire okudum.

Yazar kitapta Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi, 100 yıl öncesinin Sivas’ını ve bu toprakların yetiştirdiği isimsiz kahramanları öyle güzel anlatmış ki! okurken göğsünüz kabarıyor. Belgesel tadında çok güzel bir Roman olmuş.

Böyle bir çalışmaya imza atanan benim meslektaşım ve arkadaşım olduğu için büyük gurur duydum. Aydın abiyi tebrik ediyorum…

Bu arada Eser Sivas’ta iki kitapçıda satılıyor (Paşa camii altındaki Vilayet kitap evi ve İstasyon caddesindeki Yeni Dört Eylül kitap evi) okumak için ikinci baskıyı beklemeyin…

Aydın Deliktaş Ve “Rütbesi Türk”

Ahmet Özdemir
Gazeteci&Yazar

Aşık Veysel, “Muhabbetin canda haslardan hastır /  Avutur Veysel’i bir şen piyestir /  Türk adı babamdan bana mirastır /  Daha bundan başka adı neyleyim” diyor. Bir başka şiirinde inanışını pekiştiriyor: “Dünya geniş olsun ister dar olsun / Yeter ki kalbimde iman var olsun / Her zaman milletim bahtiyar olsun / Rütbemle, mesnedim bana kâfidir…”

İlk okul yıllarımda sinema ile ilk tanıştığımda seyrettiğim filmim adı “Meçhul Kahramanlar”dı. Ayhan Işık’ı, Sezer Sezin’i, Turan Seyfioğlu’nu ve Hulusi Kentmen’i ilk kez o zaman perdede görmüştüm. Ayhan Işık ve Turan Seyfioğlu yüzbaşıydı. Sezer Sezin Ayşe diğer adıyla Zafer Yıldızı’ydı. Ayhan Işık’ın ihanet içindeki Turan Seyfioğlu’nun (Şarkışla anlatısıyla) “duluğuna duluğuna çakışı” sahnesini unutmamışım.

Bu girişten sonra sözü sevgili meslektaşım, hemşerim Aydın Deliktaş’ın “Rütbesi Türk” adlı kitabına getireyim. “Rütbesi Türk” bir belgesel ya da biyografik roman. Kitabın artı değeri usta bir gazetecinin röportaj tadındaki ana temayı doğrulayan belge ve fotoğraf eklentileri olmuş.

Romanın kahramanı, Cumhuriyet’e giden yolun meçhul değil meçhule ve haksızlığa terk edilmiş Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem. Aydın Deliktaş, kahramanımızın zaman zaman coşkuya sürükleyen, zaman zaman içler burkan hayat hikayesini anlatmış. Özellikle emeklilik döneminde uğradığı haksızlıklar, okurken bizi de isyana sürüklüyor.

O, Orhan Şaik’in dediği gibi “Huduttan hududa yol bulup, cepheden cepheye koşanlar”dan biri. Bu vatanın sahib-i aslisi. İsmet İnönü’nün öğrencilik arkadaşı.  Çatalca Savaş’ında gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle yüzbaşılığa yükselmiş, garptan şark cephelerine koşmuş Sarıkamış harekâtına katılmış. Binlerce donarak şehit olanlar arasında ayaklarının donması sonucu parmakları kesilmiş. Buna rağmen cephe ve cephe gerisi hizmetlerini sürdürmüş bir kahraman. Hayır, bir İstiklâl Madalyası bile verilmeyen meçhul kahraman.

“Rütbesi Türk”, sözünü ettiğim gazi Seyit Mehmet Öktem’in  hayatı üzerinden yaşanan tarihi olayları anlatıyor. Ayrıca iki savaşta gazi olmasına rağmen bir yüzbaşının siyasetin amansız dişlileri arasında un ufak edilişini konu alıyor. Alanında az sayıda örneği olan ve bir gazinin tüm hayatını belgelere dayalı olarak dile getiren bu kitap, 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da realist paragraflar da içeriyor.

Destanlarda dile geldiği gibi bir Türk’ün vatanın kara günler göre göre, cesetten ağ öre öre, kara barut ile dolma tüfekle topa karşı dura dura, ilaçsız, doktorsuz, kendi yarasını gömlek yırtıp, sara sara kurtarması bir kutsal görevdi. Ama, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan memleket evladı Seyit Mehmet’in yaşadığı haksızlıklara, çektiği sefalete rağmen hem askeri hem idari ve hem de adli makamların ilgisizliği, bigâneliği reva değildi.

İsyan edilesi bu dramı Aydın Deliktaş, yalın dil ve akıcı anlatımla bizlere aktarıyor. Üslup berraklığının içinde yukarıda söz ettiğimiz gibi 1893 yılından 1942 yılına kadar geçen zaman diliminin tarihini, sosyal ve toplumsal yapısını ağır ve sıkıcı olmadan yansıtıyor. Kahramanımızın yaşadığı kentin sosyal hayatını, iklimini çok iyi bilen gözlemci yazar olarak geçmiş yıllara empatiler yaparak adeta beyaz perdede gözlerimizin önüne getiriyor. 

Aydın Deliktaş’ın kitabın önsözünde yazdığı görüşler önemli: “…Sıradan bir insanın bir ülkenin tarihine etkisini gösterebilmesi bakımından bu yakın tarih çalışması ülkemiz gençlerine yollarının siyasi ve askeri olarak kesişebileceği mevkilerdeki insanların hikayeleri kadar değerli olabildiğini hatırlatacaktır. Yüreği ülkesi için atan her vatandaşın hikayesi değerlidir. Türk olmak ve memleketimizin istikbali için bir tuğla koymak başkaları tarafından taltif edilmekten önemlidir. Tarih, zamanı geldiğinde ülkemiz için yapılan her faydalı işin hakkını sahibine teslim edecektir. Bu çalışma Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşudur.”

Rütbesi Türk özellikle gençlerimizin okuması gerekir ki, Türklüğün ve vatanın değerini bilip yarınlara taşısınlar.

Aydın Deliktaş’ın araştırmalarına katkı veren danışmanlık yapan Öktem ailesinin fertleriyle birlikte Prof. Dr. Sayın Recep Toparlı’ya, Ahmet Necip Günaydın’a teşekkürü var. Kitabın okuru olarak bizimde teşekkür etmek görevimiz olsa gerek.

Okunmaya değer bir eser

Rukiye TOY
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

Aydın ağabeyi Sivas Radyo Televizyonun da program yaptığım günlerden tanırım (belki kendisi bilmez 🙂 ) asıl tanışıklığımız ise “İl İnsan Hakları Kurulu”nda görev aldığımız zamana denk gelir.

Gazeteci kimliğinin yanı sıra şehrin ve ülkenin sorunlarını dert edinen, çözümü için çabalayan, fikirleriyle katkıda bulunan Sivas için önemli bir isim Aydın Deliktaş.

“Rütbesi Türk” isimli romanı gözlerim dolarak, içim sızlayarak bir solukta okudum. Özellikle “Sarıkamış” bölümünü okurken duygulanmamak mümkün değil.  

Sivas’ın sokaklarını, adetlerini, komşuluğunu o kadar güzel anlatmış ki, adeta o günlere gidiyorsunuz. O zamanın cefakar ve fedakar Sivas insanına minnet ve şükran duyuyorsunuz.

Sivas’lı Sarıkamış Gazisi Seyit Mehmet Öktem’in gerçek hayat hikayesi, yaşadığı zor günler, katıldığı savaşlar, emekliliğinde uğradığı büyük haksızlık mutlaka okunmalı..

Kitabın bir diğer özelliği o günleri adeta bir tarih kitabı gibi gerçek ve objektif bir şekilde anlatıyor.

“Gazi Seyit Mehmet’e iade-i itibar gibi hissettiğim “Rütbesi Türk” okunmaya değer ..

Emeğinize kaleminize sağlık Sayın Aydın Deliktaş… 🙏

Kaleminizin mürekkebi kurumasın devamı gelsin inşallah… 😊

Rütbesi Yazar

Erdoğan DURSUN
Felsefe grubu öğretmeni

Ercüment Damalı, Rıfat Öçten, Şevki Ecevit, gibi siyasi kimliklerinin yanı sıra entellektüel kişiliklerini ortaya koydukları Hakikat Gazetesinin 1949 yılı arşivinden “42 Yıl Önce Hakikat” diye bir başlığa araştırma yapmamı istediğinde Rahmetli Ahmet Turan Gürel benim için muhteşem bir deneyim olmuştu. Sedat Veyis Örnek, Eflatun Cem Güney, Ahmet Göze gibi yazarları ortaya koydukları düşünceleri, analizleri görmüş FİKRİYATI YÜKSEK SİVAS izlenimi bende yer etmiş “Şimdi yeni yazarlar çıkar mı diye” ah vah etmiştim. O gazeteden çıktı o yazar Aydın DELİKTAŞ.

Rütbesi Türk’ün yazımı sonrasında baskıya girmeden bazı bölümlerini görmüş düşüncelerimi söylemiştim.

Şimdi öyle “Bir solukta okunacak kitap” gibisinden süslü püslü sözler söylemeyeceğim.Kitabı alıp okuduğunuzda şunun farkına varacaksınız; Tarihin tadını almak. Nedir tarihin tadını almak derseniz; ” Tarih kronolojik sıralama değil felsefesini yapmak demektir”. Aydında bunu yapmış. Okuyucuya analiz ve hayal etme fırsatını vermiş. Dramaturjik ögeleri sağlam. Kitabı okurken hayal edin ve filminizin yada oyununuzun yönetmeni olun keyif alın.

Bu kitap O’nun ilk romanı. Aydın Deliktaş ı tanımayanlar için merak edilecek bir kişilik. Bizden sonraki nesilden gelen genç gazeteci arkadaşlarımıza iyi bir örnek. Kendini yıllar içinde yetiştirip bir basın mensubunun muhalif tutumunun aslında kendine muhalif olarak kendini yetiştirmenin örneği olduğunu görmek gerek. Aydın sadece bir gazeteci değil artık bazılarının kendine söylettirdikleri GAZETECİ YAZAR.

Kısacası RÜTBESİ YAZAR hemde Gazeteci Yazar. Okurun çok olsun sevgili arkadaşım.
Bu arada kitabın yayıncısı Doğan YaşarDoğan’ı da tebrik etmeden geçemeyeceğim.

Hayal gücü yüksek okumayı sevenler için kesinlikle öneririm.

Ne mutlu Türküm diyene!

Ziya Soybayraktar
Sosyolog

Aydın Deliktaş kardeşimin “Rütbesi Türk” kitabını büyük bir heyecanla ve sindire sindire okudum. Sayın Deliktaş’ın gazetecilik hayatındaki yazılarını severek okuyan bir okuru olarak kullandığı arı dil Türkçe, kısa ve öz metinler içine ustaca işlenmiş mesajlar, sahibine gönderilmiş mektuplar gibi yerine ulaşıyordu. Üslubunu ve yazı karakteristiğini çok takdir ettiğim bir arkadaşımın Rütbesi Türk romanı beni hiç şaşırtmadı. Yazı dili, üslubu, cümle yapısı, olayları anlatışındaki sadelik o kadar berrak ki maşallah.

Bu şehrin kıraç toprakları Türk Edebiyat tarihine, folkloruna, halk kültürüne kazandırdığı ozanlar, yazarlar, şairler ve araştırmacılar ile çok bereketli ürünler sunmuştur. Belki de en verimli yanımız bu alan. Coğrafyanın insan karakterine etkisi, kadim geleneğin muazzam bereketi Sivas’ımızı Türk Edebiyat alanın da öne çıkarıyor. Kıymetli kardeşimiz de onlardan birisi.

Kitabı okuduğumda;

Geleneksel hayatın normlarını ve folklorunu, içinde büyüdüğü şehrin kendisinde içselleştirmiş olduğu duygular ile o kadar güzel anlatmış ki; Sivas’ı hiç yaşamamış bir insan, kitabı okuduğunda bu şehrin coğrafyasını, iklimini, komşuluk ilişkilerini, imece çalışmaları, kız isteme adetlerini, aile yaşamında uyumlu bir ailenin sevgi, saygı ve nezaket kuralları çerçevesinde anne-baba ve çocuk ilişkilerindeki hoşgörü, tevazu, nezaket ile birlikte birey olmaya saygıyı fark ediyor.

Kent sosyolojisindeki farklılıkları, Sivas ve İstanbul’da Gazi Seyit Mehmet Yüzbaşı’nın ikametgâh değişikliklerinde o kadar güzel ortaya koymuş ki, sanki sürecin içindesiniz. Kent yaşamını insanların sosyaliteleri, duyguları ve modern-geleneksel olgusu, güzel anlatılmış.

Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yaşanan gelişmeler, askerin tutumu, milli hissiyatın, devlet olma bilincinde ne kadar etkili bir duygu olduğunu ortaya koyuyor. Türk milliyetçiliğini, Türklük şuurunu, iman esasları ile bütünleşik, Osmanlı askeri eğitiminde yetişen askerin bu duygular ile ne kadar samimi kişiliklerde olduğunu görüyoruz.

İnanç öğelerinin, mukaddesatın, ahlaki şuurun sağlam bir iman ile bütünleşmesi halinde insanda oluşturduğu, kişilere kazandırdığı mücadele azmi ve korkusuzluk inancını, hikâyenin kahramanı Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet’in ilişkileri üzerinden o kadar güzel ortaya koymuş ki, hikâye okuru kendi anaforuna dâhil ediyor ve süreci sanki birlikte yaşıyormuş gibi hissettiriyor.

Romanın geçtiği dönemin geçiş dönemi olmasından kaynaklı ilişkilerdeki kopukluklar, uygulamadaki aksaklıklar, ihmal ve yanlış işlemler roman kahramanı Gazi Yüzbaşı Seyit Mehmet’i mağdur ettiğini ama Seyit Mehmet’in inancı, devletine güveni, milliyetçilik duyguları farklı ilişkiler içine girmesinin önüne geçmiş.

Ne Mutlu Türküm Diyene.

Herkesin okumasını önereceğim kitap gerçekten övgüye layık. Eline, yüreğine, aklına sağlık Aydıncığım.

TARİHİ ROMAN MI EDEBİ ESER Mİ?

Her şeyden önce Rütbesi Türk kolayca okunan, hayal gücünün, heyecanın, hepimizce çok rahatlıkla anlaşılabilecek karakterlerin ve bu karakterlerin hayallerinin, kusurlarının büyük bir başarıyla anlatıldığı bir eserdir.

Yazar’ın kitaptaki en büyük başarısı hikâye anlatıcısı olarak ortadan kaybolmayı başarıp, hikâyeyi karakterlerinin sürdürmesine olanak vermesinde gizlidir. Okura hangi karakterin hareketlerinin onaylanması hangilerinin yerilmesi hususlarında yol gösteren herhangi bir otoriter ses yoktur. Okur roman boyunca kendi yolunu kendi bulmalı, şaşırmalı, karmakarışık duygularla boğuşmalıdır. Muhtemelen yazar, zaten böyle objektif bir eser yazmayı planlamıştır. Edebiyat tarihçileri ve yakın tarihçiler muhtemelen Rütbesi Türk’ü daha iyi anlayabilmek maksadıyla yazarın biyografisiyle, kişiliğiyle ve diğer eserleriyle ilgili araştırmada bulunmaya çalışacaklardır. Ancak, bu kitapta yazarın hayatı gizli kalmıştır. Yazarın henüz başka eseri olmaması nedeniyle kitabın sayısız farklı yorumu eserin değerini sürekli korumasına yol açacağı muhakkaktır.

Kitapla ilgili en basit açıklama romanın Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında geçtiğini ifade etmek olacaktır. Okur hikâyeye bu noktadan girerse, tarihi arka planı kavrar, olayların gelişimini, Türk insanının yabancı işgalcilere ve örgütlü-örgütsüz mücadeleye karşı nasıl bir tutum geliştirdiklerini görür. Bu noktada yazarın gücü hikâyeyi hem içe işleyecek hem de güçlü kişilikler üzerine bina edecek şekilde yazmasında saklıdır. Yazarın arka planı büyük başarıyla çizmesi okurda sanki o an gerçekleşmekte olan bir hikâyeyi okuduğu izlenimi uyandırmaktadır. Kitabı ikinci kez okunduğundaysa yazarın yaşadığı yöre, bir takım kültürel farklılıklarıyla ön plana çıkar.

Romandaki ana karakterler gerçek kişiler olsa da tali karakterler de sanki gerçek hayattan bire bir kopyalanmış gibi gözükmektedir. Örneğin üsteğmenken dostluk kurduğu yakın arkadaşı Kenan, sağ kolu ve emir eri Ramazan, Hallaç Hıdır, sivil hayatta kendine edindiği asker emeklisi arkadaşlar, muhatap olduğu taş ustası ve hafız gibi karakterler gerçekte yaşamış gibi bir izlenim vermektedir.  Tüm tarihi olayların roman kahramanı tarafından yorumlanmış olması, yazarı da bu tarihi süreç karşısında kitaptan çıkarmış ve objektif bir duruma getirmiştir. Tartışmalı tarihi konularda yazar, kararı okuyucuya bırakmayı da başarmıştır. Örneğin romanda Ermeni Tehciri konusunda günümüzde de geçerli olan iki görüş baskın bir şekilde ortaya konulmuştur. Roman kahramanının askeri bir kişilik olması sebebiyle o cepheden bakışla tehcirin gerekliliği, babasının bakış açısı ile de sivil insanların tehcire bakışı net şekilde anlatılmıştır. Yazar, başarılı bir şekilde taraf olmaktan çıkmış ve yorumu aynı başarıyla okuyucuya bırakmıştır. Benzer başarılı uygulama, Çatalca Savaşı ve Sarıkamış Harekâtında da satır aralarında görülmektedir. Roman kahramanının hiyerarşik yapısı birçok açıdan tam bir askeri disiplini ifade etse de zaman zaman inisiyatifler alması ve kendinden beklenmeyecek çıkışlar yapması alınan birtakım kararların yanlışlığına yine aynı disiplin içinde göndermeler barındırmaktadır.

Roman kahramanı geleneklere son derece bağlı bir karakter çizmiş olmasına rağmen özellikle karşıt görüşleri etkileme biçimi hem o dönemin hem de bugünün aydın kesimin propaganda biçimini andırır. Felsefi bir arka planı olan dönem kahramanlarına yapılan göndermelerde daha ziyade Seyit Mehmet’in iç dünyasını betimlediği yerlerde sezilmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığın da şu yorum da yapılabilir; Rütbesi Türk, önceleri Osmanlı’yı hemen ardından da genç cumhuriyeti tehdit eden rejim karşıtlarına karşı önce bir askerin sonrasında bir sivilin aynı ruhla bir cevabı olarak algılanması biçimindedir.

Bu yoruma göre Seyit Mehmet, önceleri üniformasının verdiği görev ve yetkileri en üst seviyede yerine getiriyor gibi gözükmesine rağmen temelde bağlılığının vatan, bayrak ve din olduğu telakki edilebilir.

Diğer taraftan Rütbesi Türk’ü bir Türk milliyetçiliğinin etkisi altında yazılmış olarak kabul etmek belki de çok basit bir yaklaşım olacaktır. Seyit Mehmet’in milliyetçiliği, on sekizinci yüzyılın sonlarında doğup Avrupa’yı kasıp kavuran milliyetçilikle pek de mukayese edilemez. Neticede Seyit Mehmet, nihilist öğeler taşıyan ve tüm ideolojileri reddedip, yalnızca vatana-insana hizmet temeline dayanan bir sistemin özlemindedir. Benzeri şeyi tüm ulus için tasavvur etmek, insan algılarını ve yaşamını bu uğurda feda edecek bir ideolojiyi savunmak ne kadar mantıklı olabilir?

Rütbesi Türk’ü ulusal özgürlükle alakalı gizli kapaklı anlamlar içeren bir eser olarak görmek aynı zamanda kahramanın siyasetle ilgilenmeme hususunda yaptığı beyanatlarla da çelişecektir. Daha da ötesi bu türden bir yorum eserin değerini azaltırken, daha ziyade bu tür yorumları yapan kişilerin kendi fikirlerinin baskın şekilde ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu da eserin ideoloji uğruna heba edilmesi manasına gelir.

Peki Rütbesi Türk’ü günümüzün koşullarıyla nasıl okuyabiliriz?

Rütbesi Türk, en ufak bir siyasi çözüm önermediği gibi geleceğe de herhangi bir siyasi pencere açmamakta, yalnızca tarihi dikkatli ve çeşitli biçimlerde okumanın nelere yol açacağını sergilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki dünyanın her yerinde siyasiler ve alt kademeleri Rütbesi Türk gibi kitaplar sayesinde, siyasi hırsla aldıkları birtakım kararların ileride nasıl sonuçlar doğuracağını ve gelecek nesiller tarafından ne şekilde algılanacağını anlamış oluyorlar. Bu da kitabın hedeflenmemiş olsa da sonradan ortaya çıkan faydalarından biri olarak görülmelidir.

Bu okuma biçimlerinin hepsi mümkündür elbette. Ama tüm bu yorumlar en önemli gerçeği gözden kaçırmamalıdır. O da Rütbesi Türk’ün aslında bir edebi eser olduğu gerçeğidir. Bu eserin temel amacı gerçekleri ortaya koyup, çeşitli siyasi polemikler yaratmak değildir aslında. Daha ziyade edebiyatın yapabileceği şeyleri, okuyucuyu etkilemeyi, hayatın çeşitliliğini, karmaşıklığını gözler önüne sermeyi, insanlıkla alakalı daha derin ve evrensel gerçekleri keşfetmeye çalışmayı, kendimizi ve dünya hakkındaki algılarımızın nasıl oluştuğunu betimlemeyi hedeflemektedir. Yazar metne açıkça sezilecek biçimde müdahale etmemiş aksine daha çok kurnazca biçimlendirdiği ipuçlarıyla, tuzaklarla, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi hakikati yalandan ayırmayı bize bırakmış. At gözlüğü takarak metni okuyan biri kitaptan tamamen fanatik bir siyasi hınç sonucu çıkarabilir. (Her dönem yaşanan siyasi hınçlara ne diyeceğiz o zaman?) Kötü niyetli bir okuma ile metnin cumhuriyetin ilk yıllarını karalamak için bulunmaz bir fırsat olduğunu da ileri sürebilirler. Ama bu da son derece riskli bir tutum olacaktır. Dikkatli okurlar Rütbesi Türk’ün aslında tüm bunlardan çok daha farklı yerde bulunduğunu hemen kavrar.

Her şeyden önce Rütbesi Türk, ideolojilerin hatta dogmatik öğeler taşıyan ideolojilerin eleştirisi olarak algılanmalıdır.

Aslında metinde Seyit Mehmet, uzun uzun hem dinine bağlı hem ülkesine, vatanına ve insanına bağlı, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya sarılmış olmasına rağmen alternatifler üzerinde durarak kendi yaşam deneyimlerini renklendirmiş hem de seküler anlayışı reddetmiştir. Lâkin bu pozitivist yaklaşım bir süre sonra hiper rasyonalizasyon seviyesine çıksa da aniden temelde zihninin derinliklerine işlemiş olan kader-tevekkül başlangıcına dönmesi kişiliğinin ve geçmişinin ona yüklediği misyondan sıyrılmasına engel olmuştur.

Hayli ilginçtir; yazar bir taraftan da Seyit Mehmet karakterinde (onun büyük bir ihtimalle asla kabullenmeyeceği ölçüde) karmaşa ve zayıflık görmemize de olanak verir. Örneğin zaman zaman onca başarısına ve inisiyatif almasına rağmen rütbe alamamasını kaderine boyun eğmiş ve kabullenmiş gibi gösterse de asla unutulmayacak bir hayal kırıklığı ve sebebini ortaya çıkarabilme hırsıyla dolu olabileceğine dair birtakım ifadeler okuruz. Sonra birdenbire kendisini bu amaçtan vazgeçmiş yalnız ve savunmasız hissettiğini görürüz. Bu da bize Seyit Mehmet’in iç dünyasındaki naifliğini, vatanı için mücadele eden bir kahramanın kendisi için mücadeleye girişemeyecek kadar içine kapanıklığını göstermektedir. Yazar, kendi şahsi meseleleri söz konusu olduğunda gerçek duygularını dışa vuramayan bir karakterle okuyucuyu kitabın içine katıp çözüm yolları aramasına da imkân tanımıştır.

Romanın ayrılan kısımları başlı başına bir roman havası vermektedir. Bu da okuyucuyu her yeni bölüme geçtiğinde olumlu olumsuz yeni bir sürpriz beklentisi içine sokmaktadır. Yazar bazı bölümlerde bu beklentiyi karşılarken, bazı bölümlerde belli yaş grubunu çocukluğuna, gençliğine götürecek dokunuşlarla tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Kitabı tarihi biyografiden romana evrilten de bu dokunuşlardır. Kahramanın özellikle çocukluk anılarını hayal ettiği bölümler tüm okuyucu kitlesinin ortak anısı haline dönüşmekte ve okuyanı direkt içine çekmektedir.

Romanın duygu bütünlüğü ne anlatılarak ne de diyaloglar yoluyla verilmiş, tam tersine ana karakterlerin sessiz tavırlarıyla sezdirilmek istenmiştir. Bu bazen duygularının neden olduğu tasvirlerle, istem dışı mimiklerle, bakışmalarla, kaş çatmalarla, vücut diliyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Kabul etmek gerekir ki böyle bir yöntem gerçeği kelimelerin ifade edebileceğinden daha güçlü biçimde ortaya koymuştur. Bu etkileyici duygu ifadeleri genelde çok az ama en etkili yerlerde kullanılmıştır. Bunun sebebi kısmen durumun son derece kısa sürede olup bitmesi kısmen de çok daha önemli hususların gündeme oturmasıdır. (Savaş ve çetelerle mücadele söz konusu olduğunda ideoloji, askerlik söz konusu olduğunda vazifeler, Seyit Mehmet söz konusu olduğundaysa mantık bu önemli hususları ifade eder.) Bu yüzden de tam olarak anlayamadığımız ancak sezer gibi olduğumuz duyguların ifadesi bıçakla kesilmişçesine son bulur. Ama tüm bu engellere rağmen roman hakikaten ifşa edildiği çok sayıda kırılma noktası içermektedir. Yazar, bu şekilde okuyucuyu sadece bir tek hikâyenin içinde kalmaktan kurtarır.  Felsefeyi bireyselcilik olarak kabul eden filozoflar dünya savaşları arasında bu türden dürüstlük anlarıyla ve insani ilişkilerin neden olduğu savunmasızlığı ilahi gücün tezahürü olarak görmeye eğilimliydi. Dogmatik dinlere ve sosyal bilimlerdeki benzeri yansımalarına (o zamanlar için bu Freud etkisindeki psikoloji ve Marksizm olarak nitelendirilebilir) tepki olarak bireyselciler insan kişiliğine biyolojik, sosyal ve tarihi açılardan yorumlar getirmek dışında konuyu psikoloji, ahlak ve maneviyat penceresinden de inceleme arzusunda oldular.

Özellikle Seyit Mehmet’in vazifesini kusursuzluğa ulaştırma maksadıyla verdiği mücadeleden de anlaşıldığı üzere Rütbesi Türk’ün temelde tekamüle ermiş bir insan modeli önerdiği anlaşılır. Kısacası Yazar’ı bu kitabı okuyup mutlaka bir ideolojiye yakın görmek gerekirse bu da bireyselcilik olacaktır. Bu düşünceler ışığında bakılınca eserin yıllar boyu eleştirmenleri şaşırtacağı ve üzerlerinde tartışmalar çıkmasına neden olacağı muhakkaktır.

Yazar, kendi görüşlerini ve bilhassa ilgilendiği konuları Seyit Mehmet ve diğer roman karakterlerine yedirerek ifade etme yolunu seçmiştir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kahramanın Mustafa Kemal Paşa’ya olan yoğun ilgi ve alakasını onun üzerinden kaleme alarak son derece ustaca o döneme yöneltilmesi muhtemel aşırı tepkilerin de önüne set çekmiştir. Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlık, dönem siyasetine bağlansa da kurucu güç kıvrak bir zekâ ile koruma altına alınmıştır.  

Yazar, dönem romanı yazmasına rağmen bugün kullanım dışı kalmış kelimelere yer vermemiştir. Hem genç okurların hem de önceki nesil okuyucuların anlayacağı şekilde bir dil tercih etmiş, ancak belgelerin çevirilerini Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dille yayınlayarak genç okurlara araştırma yapma imkânı tanımıştır. Kitabın önsözünden anlaşılacağı üzere Rütbesi Türk, çok farklı düzlemlerde okunabilecek gerçek bir eserdir. Çatalca ve Sarıkamış başta olmak üzere, çocukluk, gençlik ve sivil yaşantı içerisindeki birtakım hikayeler oldukça çarpıcıdır. Ancak yine de bunun bir kurgu eser olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır.

Okurun romanı bitirdiği zaman bir kez daha dönüp en başından okuma arzusu duyacağına eminim. Kanımca ister kurmaca olsun ister olmasın bir eserin bu şekilde tanımlanması onun gerçek gücünü göstermektedir.

(EDİTÖR)

RÜTBESİ TÜRK

Milletimizin evlatları vatan müdafaasını gerekli kılan durumlarda hızlıca bir çatı altında birleşip hiçbir kişisel çıkar beklentisi olmaksızın hareket edecek tıynettedir. Seyit Mehmet Öktem, Atatürk’ün yumruğunun malzemesi olan bu adanmış gençlerden biridir. Cumhuriyet’in insanı yorulmaz, yılmaz ve vazgeçmez karakteriyle memleketin sonraki dönemlerinin gençlerinin de taşıdığı ruhun cisimleşmiş halidir. Bu kitap milletini ailesi belleyip düşmana karşı savunan evlatların kendilerinde noksanlık görmemesi için inançlarını tazelemek amacıyla yazılmıştır. Aynaya baktığımızda gördüğümüz her yüzün ardında binlerce Mehmet’in yüzünün çizgileri belirir. Memleket sevdasını bir muska gibi yüreğinde taşıyan, makamlardan mevkilerden azade en büyük rütbenin Türklük olduğunu bilen gençlerimiz okuyup geçmişini tanısın diye “Rütbesi Türk” yazıldı. Cumhuriyet’in evlatları daima buradadır.

Canlı Tanıkları Madımak’ı Anlattı

Türkiye’nin 7 bölgesinden haftanın her günü canlı yayın yapan kısa adı TİMEF olan Tüm İletişim ve Medya Federasyonu Dijital TV platformunda 27 yıl önce Sivas’ta yaşanan Madımak katliamının canlı tanığı gazeteciler yaşadıklarını anlattı.
TİMEF Dijital TV her gün Türkiye’nin farklı bölgelerinden canlı yayınlarını sürdürüyor. Erzurum’dan Gazeteci-Yazar Macit Gürbüz’ün moderatörlüğünde dün geceki canlı yayına iki önemli konuk katıldı.
2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında başlayan olaylar sonrası Madımak Oteli’nin yakılmasıyla 37 kişi hayatını kaybetmişti. Gazeteci-Yazar Macit GÜRBÜZ moderatörlüğünde gerçekleştirilen programa Gazeteci – Yazar ‘2 Temmuz 1993 SİVAS’ Kitabının Yazarı sosyolog Soner Doğan ve Gazeteci – Yazar Sivas Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı ‘Rütbesi Türk’ kitabının Yazarı Aydın Deliktaş katıldı.
Kaosa ve iç Savaşa Müsait Bir Ortam Yaratılmaya Çalışıldı
Sivas Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı gazeteci Aydın Deliktaş, göz ve objektif tanıklığı yaptığı olayla ilgili şunları söyledi, “Pir Sultan Abdal Şenlikleri o günlerde Sivas için çok büyük organizasyondu. Bir taraftan şenlik organizasyonu sürerken bir yandan da o provokatörler en başından itibaren olayları yaratacak zemini hazırlamanın mücadelesine giriştiler. Burada Aziz Nesin bir anlamda hedef tahtasına oturtuldu ama tam anlamıyla hedef Aziz Nesin değildi. İç savaş, iç çatışma planları da yapılıyordu. Çok şükür bu tuzağa kimse düşmedi. Sivas’ta düzenlenen şenliklere şehir dışından otobüslerle çok insan geldi. Şenlikleri izlemeye gelenlerin yanı sıra şenliklerle alakası olmayan insanlar da şehre geldi. Bir gün öncesinden başlayan hazırlıklar Cuma Namazı çıkışında zirve yaptı ve şenliğe dışarıdan gelen yazarlara karşı kışkırtma çalışmaları yapıldı. Müdahalede yetersiz kalındı. Kaosa müsait, iç savaşa müsait bir ortam yaratılmaya çalışıldı. Valilik önünde dağıtılmayan kalabalık giderek arttı ve hedef olarak Kültür Merkezi seçildi. Bu izinsiz gösteriler, tepkiler polis tarafından engellenmedi. Valilikten emir gelmediği söylendi. Yetkililer olaylar devam ederken şair, yazar ve ozanları da bir koruma altına ya da şehirden uzaklaştırma gibi bir çalışma içerisinde de olmadılar”.
“Sadece 37 Can Ölmedi, Sivas Öldü, Türkiye Öldü, İnsanlık Öldü”
Olayların diğer canlı tanığı gazeteci – yazar- Sosyolog Soner Doğan da Sivas’ın özel olarak seçildiğini ifade ederek, “Sivas jeopolitik olarak Türkiye’de çok önemli bir konuma sahip. Özellikle Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e geçişte merkezi teşkil eden bir fiziki konumu var. Sivas, tarihe baktığımız zaman Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde de aynı özelliği göstermiş bir şehir. Cumhuriyet dönemine baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin temelini burada attık sözü de Sivas’ın önemini gösteriyor. Sivas öyle bir dönemde seçildi ve bu istenmeyen olaylara zemin hazırlandı. Koalisyon hükümeti döneminde yaşanan bu olaylarda şehirde idarecilere bakıldığında kutuplaşmalar da vardı. Şenlikler her yıl lokal olarak kutlanırdı ancak olayların yaşandığı yıl Sivas’ta geniş katılımla yapıldı. Yaşanan bu olaylarda sadece 37 can ölmedi, Sivas öldü, Türkiye öldü, insanlık öldü. Bu nedenle o Kara leke hep kalacak” diye konuştu.
Programın tamamını aşağıdaki linklerden izleyebilirsiniz

https://youtu.be/mvfQiArsmbs
https://youtu.be/YhQCspOhebk

SENARYO

İşte işin özeti bu, usta!… 

“Sivas ve Başbağlar aynı senaryonun iki farklı sahnesi” 

27 yıl önce Sivas’ta yaşananlarla, Maraş’ta yaşananlar bizatihi aynı olaylar… 

Burada “Müslüman” görünüp halkı kışkırtanlar ile Maraş’ta terörist kılığa girip 33 kişiyi katledenler belki de aynı kişiler. 

Adına dış güçler de deseniz, gizli güçler de deseniz, terörün uzmanlık alanı bu. 

Bir bakarsınız karşınıza cüppeli sarıklı bir muhterem olarak çıkmış… 

Bir de bakmışsınız en üst perdeden ateist… 

Her bölgeye, her İl’e, hatta her mahalleye göre gireceği bir kalıbı vardır. 

Bir bakmışsınız Alevilere önderlik ediyor, bir bakmışsınız Sünnilere akıl dağıtıyor. 

Şehirde tam bir beyefendi, dağda eli silahlı azılı terörist… 

Eğitimi her kalıba girip, aynı hızla çıkabilmek üzerinedir. Güneydoğu’da Kürtçe konuşur, özerklik için çarpışır… 

İç Anadolu’ya gelir, Kürt düşmanlığını körükleyen koyu Türk Milliyetçisi olur. 

Biz, sokakta, caddede, kahvede, markette görürüz onu. Bizim gibidir; ortamını bulduğu her yerde ince ince fikir enjekte eder. Hissettirmez. 

Gün gelir hedefi, Asker-Polis olur, gün gelir hükümetler… 

Ortamını bulduğu anda bir Sivas olaylarına imza atar, karşılığını bulamazsa silah kuşanıp “Sivas’ın karşılığı” der Maraş’ta köy basar… 

İşin özü ve özeti bu, Usta!.. 

Biz Sivas ve Maraş’taki olayların enkazını kaldırırken o, farklı bir bölgede farklı bir karışıklığın alt yapısını oluşturmakla meşguldür. 

Başka bir kimlikle, başka bir görünümle… 

Bizim ülkemizde de değil üstelik. Karışmasını istediği dünyanın her bölgesinde böyledir. 

İstikrar istemez, dinginlikten hoşlanmaz… İstediği her yeri, her an fitilini ateşleyeceği dinamite çevirene kadar sabırla çalışır durur. 

Biz göremesek te, farkına varamasak ta, o organizedir. Senaryoyu kulağına fısıldarlar, o oyunculuğunun tüm gereklerini ortaya serer. 

Sağduyunun ortak sesi haklı… 

“Sivas ve Başbağlar aynı senaryonun iki farklı sahnesi” 

Özü, özeti bu…