Sıfıra sıfır…

Toplumsal bir olayın üzerinden 17 yıl geçtikten sonra bir takım abuk sabuk yorumlar yapmak kolay…

Bu; yarı ağıtla, yarı hedefsiz suçlamalarla dolu zırvalıktan öteye gitmez.

O günleri yaşayacaksın, ortamı bileceksin, dengeleri tartacaksın, hesap soracağın kişileri iyi tespit edip doğru soruları soracaksın.

Bol hamasetli, bilinen üç beş cümleyi satırlara dökersen, ortaya ne sonuç çıkarırsın ne de amaç!

Sivas yine 2 Temmuz sendromuna girdi ya; o tarihte akıl baliğ olmayanlar bile bugün ahkâm peşinde.

17 sene her yıl bu olaylarla ilgili yazı yazdım; olayların haftasında enine boyuna yazı dizisi yaptım.

“Olaylar bir tahrikti, yabancılar Sivaslıları kışkırttı” diye hedefsiz cümleler kurmadım.

Aksine, “Tahrik edenler ve bu ağır tahriklere çanak tutanlar o günkü mülki amirlerdi” dedim ve demeye de devam ediyorum.

Radikal sağın ve Radikal İslam’ın en üst perdede yaşandığı o günlerde; bırakın sözü, söylemi, havaya üfürdüğünüz nefesin bile karşılık bulduğu bir ortamda Vali ve Kültür Müdürü’nün amacı neydi hiç sordunuz mu?

Cadde ve sokaklarında nerden, ne zaman geldiği bilinmeyen cübbeli sarıklı gençlerin dolaştığı koca şehirde hiç mi istihbarat alınmadı? O günün istihbaratları ne diyordu hiç merak ettiniz mi?

En alakasız kişinin Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a açık Cumhuriyet Meydanı’nda halka hitap ettirilmesi için organize yapıldığından ve son anda programdan çıkarıldığından haberiniz var mı?

Asıl plan neydi hiç kafa yordunuz mu? Konuşsaydı sonuçları ne olacaktı bir tahmininiz var mı?

Bir yandan hem şehirde hem kırsalda terör, diğer yandan memur eylemleri, siyasi parti geceleri, karışık bir siyasi ortam, güvenoyu almamış bir hükümet; yetmedi güvenlik en alt düzeye inmiş bir kent!

Böyle bir ortam, planlı mıydı, değil miydi aklına takılıyor mu? Can güvenliğini sağlayamadığı yığınla insanı en üst merci olarak davet edip göz göre göre çaresiz bırakanlardan hesap sordunuz mu?

“Hiçbir Valiyi kutlamadım ama bu Valiyi kutluyorum” övgüsünü almak için miydi tüm bunlar?

Bir tarafın hamasetiyle, oturup dövünmesiyle, öbür tarafın “Gelmesinler, karıştırmasınlar” demesiyle katedilecek bir yol değil bu. Öyle olsaydı 17 yıldır ortada bir tek sonuç, bir tek “işte bu” diyeceğimiz bir kanıt olurdu elimizde.

Sayfa sayfa yazılar yazıp bilindik şeyleri süslü cümlelerle her yıl pazarlayabilirsiniz.

Ancak, 17 yıl değil 117 yıl sonra da okuyacağımız yine bu ve benzeri yazılar olur.

Sıfıra sıfır, elde var sıfır…

(1 Temmuz 2010/Hakikat Gazetesi)

Bizi bitirdiler…

Her şey; televizyonlarda ahkâm kesen uzmanlar, doktorlar ya da kartviziti bol unvanlarla dolu tanımadığımız insanların konuşmaları ile başladı.

Dediler ki, “Açıkta satılan sütü almayın şu hastalığa yakalanırsınız..”

İnandık ve paket süt içtik; sonra öğrendik ki süt diye süt tozu içirmişler bize yıllarca…

Ev yoğurdunu yemeyin dediler; hazır yoğurtlar jelâtin ya da bilmediğimiz yoğurta benzetilmiş kimyasallar çıktı.

Dondurmamıza bile karıştılar. Hazır dondurmaların içinde süt olmadığını öğrendik.

Bizi bitirdiler.

El yapımı tereyağı yemeyin dediler; inandık, hazır tereyağları aroma katılmış margarin çıktı.

Sucuğumuza, pastırmamıza bile karıştılar. Sonra öğrendik ki, koca firmalar bize sakatat yedirmiş…

İçtiniz mi doyuran sularımıza bile karıştılar. “İçmeyin, şu şu hastalıklara yakalanırsınız” dediler.

Duyduk ki, plastik şişelerle susuzluğumuzu giderdiğimiz sular, işlenmiş sularmış.

Kışlık peynir almayı unutturdular. Her yıl alıp salamura yaptığımız peynirlerin yararlı değil zararlı olduğunu söylediler.

Uzman değiliz; uzman zannettiklerimizin konuşmalarına itimat ettik.

Marketlerden aldığımız çoğu peynirin yine sütten değil süt tozundan, bol kireçli, bol kimyasallı ürünler olduğunu öğrendik.

Dedim ya, bizi sadece tüketici olarak bitirmediler, üretici olarak ta bitirdiler.

Ne üreticimize güvendik, ne de bakkalımıza, manavımıza, kasabımıza…

Bizi büyük firmaların büyük marketlerinde sattıkları süslü püslü ürünlere mahkûm ettiler.

Ne tavuk besleyen kaldı, ne horoz… Kuş gribi olursunuz dediler, bir gecede hormonla büyütülmüş piliçleri, günde 5 kere verim aldıkları yumurtaları yedirdiler.

Sebzeyi meyveyi hiç saymayın. Vahametin büyüğü orda yaşanıyor.

Şimdi diyorlar ki, aklınıza gelen gelmeyen kanser türleri türedi. Organik yiyin için…

Biz bittik…

Sağacak ne ineğimiz, koyunumuz, ne besicimiz, ne sütünü sağıp süt, peynir, tereyağı olarak satacak üreticimiz kaldı.

Bizimle birlikte onlar da bitti…

Bitirdiler…

(4 Temmuz 2010/Hakikat Gazetesi)

Öksüz….

Hayat Ağacı Dergisi’nin “O sene bu sene” sloganıyla çıkardığı 38. sayıda yer alan yazım…

1992 yılıydı. Sivasspor üçüncü ligde can çekişiyordu ve kongre yapacaktı. Ortada ne “adayım” diyen iş adamı vardı, ne de sahip çıkan bürokrat. Yönetim divanda kalacak korkusu ile kongreyi yönetecek kimse bulunamıyordu. Divana yazılacağını anlayan STK başkanları aynı hızla kongre salonundan ayrılmışlardı.

O günlerde popüleritesi olmayan Sivasspor için elini taşın altına koyması gereken hiç kimse pazar gününü heba etmemişti. Salonda yöneticiler, üyeler, taraftarlar ve bazı gazeteci arkadaşlarımız vardı. Divan başkanlığına beni, kâtip üyeliklere de Ahmet Caniklioğlu ve Adnan Yüzbaşıoğlu’nu önerdiler; seçildik.

Kongre salonunu dolduran yiğidolar, üzgündü, mahsundu, suskundu.  Ne vali gelmişti, ne belediye başkanı ne de diğer il yöneticileri. Gündemi sırasıyla icra ettik. Yönetim ve denetim kurulları ibra edildi. Bütçe okundu, oylandı. Nihayetinde, seçim maddesine geldiğinde yönetime aday çıkmadı ve yönetim divanda kaldı.

Kongreyi yiğidoların üzgün bakışları arasında kapatıp, sırtımıza uzanan “Teşekkür ederiz” dokunuşları ile elimizde defterler ve kongre tutanakları evimizin yolunu tuttuk. Basın duayenimiz rahmetli Ahmet Turan Gürel, elimdeki kulüp defterlerine bakıp güldü; “Sivasspor öksüzdür” dedi. “Her öksüzün elinden mutlaka biri tutar. Merak etme!” diye ekledi.

Pazartesi sabah ilk işimiz Vali Ahmet Karabilgin’den ve Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ndan randevu istemek oldu. Vali bey kabul etti, Temel beyin özel kalemi geri dönmedi. Vali Ahmet Karabilgin, ilk görüşmemizde öfkeliydi. “İşadamının, yatırımcının ve Sivaslıların sahip çıkmadığı Sivasspor’a vali nasıl sahip çıkacak?” dedi. “Beni ilgilendirmez” demeye getirdi. Hedef olarak ta, Belediye Başkanını gösterdi. “Ona yakışır; Temel beye gidin” dedi.

Gittik. Durumdan haberdar olduğu için yoğun toplantıları sebebiyle fazla vakit ayıramadı! Daha “Sivasspor” der demez, “Ben yapamam, bana bunun için gelmeyin” dedi.

Öksüz Sivasspor’a sahip çıkmak Vali beyin üzerine kaldı. Bir hafta bekledik. Kulüpte de huzursuzluk başlamıştı. Oyuncusundan malzemecisine kadar herkes para bekliyordu. Transferlerin tamamlanmasına kısa bir süre kalmıştı.

İkinci haftaya girdiğimizde imdadımıza Hızır gibi bir iş adamı yetişti. Daha önce de iki kez başkanlık yapan Yılmaz Göktürk’ü, Vali Bey ikna etmişti. Biz heyecanlandık; Vali bey, “Gelin görüşelim” dedi. Koşa koşa gittim. “Şimdilik en uygun aday bu” dedi. Zaten, hem en uygun hem de tek adaydı.

İkinci haftanın sonu, kongreyi, kalabalık bir davetli ve coşkulu yiğidoların alkışları ile açtık. Protokol konuşmalarının ardından açık oylama ile seçimi tamamlayıp tüm evrakları Yılmaz Göktürk’e teslim ettim.

Bu Sivasspor’un ilk kez divanda kalışı değildi. Önceki kongrelerde de benzerleri yaşanmıştı. Kulüp yöneticileri ya rica minnet bulunmuş ya da bürokratlara teslim edilmişti.

O günden bugüne neredeyse otuz yıla yakın zaman geçti. Bu şehirde herkesin yüreğinde bazen kor bazen aleve dönüşen Sivasspor sevgisi hiç eksilmedi. Sivasspor bu şehrin adeta öksüz evladı gibi en küçük başarısı bile gözleri yaşartıp en çaresiz anları insanların yüreğini sızlattı.

Kulüp bazen valilerimizin, bazen belediye başkanlarımızın ya da bürokratlarımızın sahip çıkmasıyla yarım asrı geride bıraktı; felaketler yaşadı, şehitler verdi. Her valinin her belediye başkanının az ya da çok bir emeği katkısı oldu. Benim gazetecilik yıllarıma denk gelen dönemde Vali Lütfi Fikret Tuncel’in para yardımları, Vali Ahmet Karabilgin’in yönetim oluşturmak için gayretleri, Vali Aydın Güçlü’nün kulübü sabit bir gelire kavuşturabilmek için egzoz gazı ölçümünde zorunlu yardım pulu satmak gibi uygulamaları, Vali Lütfullah Bilgin’in ilk iş kulübe muhteşem bir tesis kazandırması ve bugünkü kurumsal yapısını oluşturması, diğerlerinin her maçta taraftar gibi destekleri unutulmaz hizmetler oldu. Rahmetli Osman Seçilmiş, belediye başkanlığının yanı sıra kulüp başkanlığını üstlenip belki de kendisinden hiç beklenmeyen bir performans ve özveri ile takıma şampiyonluk yaşattı.

Sivasspor şampiyonluk yolunda ilerlerken belki de en büyük kazancını bugün Vali Salih Ayhan önderliğinde alıyor. Vali bey, kendi sahasında oynadığı her maçında yüzlerce çocuğun hayatında iz bırakacak ve tüm Türkiye’ye örnek olacak bir projeye önderlik ediyor. Takımın gelecekteki taraftarları ve yöneticileri hatta oyuncuları bu muhteşem proje ile hazırlanmış oluyor.

Öksüz Sivasspor bugün emin ellerde ve gözümüz arkada değil. Biz yine başarılarıyla sevinmeye, yenilgileriyle hüzün yaşamaya devam ediyoruz. Yarım asrı geçen geçmişine rağmen O, şehrimizin en küçük çocuğu ve biliyoruz ki, her zaman ilgiye, alakaya muhtaç öksüzümüz…

Eminim bu şehir her daim elini uzatacak ve yanında yer almaya devam edecek.

Selamlarımla…

Hayat Ağacı Dergisinin özel sayısı yazarların katılımı ile tanıtıldı…
Sivas Valisi Salih Ayhan, dergiye yazılarıyla katkı veren yazarlara teşekkür etti….
Hayat Ağacı Dergisi’nin tanıtımına Sivas Belediye Başkanı Hilmi Bilgin de katıldı…

Kırk Romalı asker

Hristiyanlığın ilk yıllarıdır ve Roma imparatorluğu sınırlarını azımsanmayacak ölçüde genişletmiştir. Anadolu topraklarını da içine alan bu imparatorluk, Hz. İsa´nın gelişinin ardından Yahudilerin de kışkırtması ile bu yeni dine karşı savaş açar.

İsa´nın dinine kabul edenler, Roma yönetimi tarafından kabul görmemektedir. En basit yaptırım sürgündür. Yurtlarından edilen insanları her gittikleri yerde türlü işkenceler beklemektedir.

Roma İmparatorluğu koltuğunda Licinius (Likinyus) oturmaktadır. Tedbirleri serttir, işkence yöntemleri dayanılmazdır.

Tam da bu dönemde, Kapadokya´da görevli kırk Romalı asker Hz. İsa´nın dinine girer. Dinlerini bir süre gizli yaşasalar da kısa sürede bu ortaya çıkınca derhal tutuklanırlar.

Dinin suç olduğu erken Hristiyanlık döneminin bu kırk askeri, idam cezasına çarptırılır…

Kırk Romalı asker, cezalarının infazı için mart ayının çat ayazında soğuğu ile meşhur başka bir şehre sürgün edilir. Bu arada üzerine buz kaplamış bir gölün hemen karşısına hamam kurulması talimatı gelir. Romalılar kısa sürede bu hamamı tamamlar. Askerlerin anlam veremediği bu hamam kurma çabası onların felaketidir.

Romalı kırk askere buzla kaplı suya girmeleri emredilir. Tereddüt etmeden soyunup suya girerler.

Onlara bir seçenek sunulur. Dinlerini reddetmeleri halinde sudan çıkıp hamama girebilecekleri ve bu işkenceden kurtulacakları söylenir. Askerler inançları gereği kabul etmezler.

Giderek donmaya yaklaştıkları bir anda askerlerden biri son bir umutla buz tutmuş gölden çıkıp hızla hamama girer. Durum onun açısından daha da kötüleşir ve sıcakla buluştuğu anda ölür.

Artık, suyun içindeki otuz dokuz asker için de yolun sonu gelmiştir. Hristiyan İnanışına göre suyun içinde donmuş olan Romalı askerler ilahi birer taçla ödüllendirilir. Fakat hamama giren askerin tacı gölün üzerinde havada asılı kalmıştır.

Bunu gören diğer Romalı askerlerden biri göle girip Hıristiyanlığı kabul eder ve havada asılı kalan taç onun başına konar. Kırk askerin donmasıyla, Hristiyanlığın bugün en önemli simgelerinden olan “Kırk Şehitler” tamamlanmış olur.

O günün kırk şehitleri kiliselerin çarpıcı figürleri haline gelir. Anadolu´da kurulan her kiliseye kırk şehitlerin canlandırması resmedilir. Fransa´nın en önemli sanat müzesi Petit Palais´te o anı canlandıran tablo sergilenmektedir.

Olay resmedilmekle de kalmaz. Süryaniler her 9 martta Kırk şehitler gününü en önemli bayramları olarak kutlar. Takvim farkından dolayı da batı kiliselerinin tamamı 10 martta kırk şövalyeyi anar. UNESCO´nun da listesinde olan Kırk Şehitler Bayramı, Makedonya ve İskip´te 14 martta kutlanır.

Bunları niye yazıyorum?

Yukarıda özetlediğim Hristiyanlığa ait en önem olay, burada, Sivas´ta yaşanmıştır. Üçlerbey mahallesinde Çukurpınar denilen mevkiidir. Sivaslılar burayı, “Kırk şehitler”, “Kırk Azizler” ve “Kırklar” olarak bilir.

Hani turizm filan diyoruz ya…

Alın size inanç turizminin zirvesi. Yeter ki, hayata geçirebilelim ve her 9-14 Mart arasında, “Sabeste (Sivas) Kırk Şehitler Bayramı” adıyla kutladıkları bu özel günün kutlamalarını Sivas´a çekebilelim.

Zor mu?
Hiçte değil…
İsteyelim yeter!..

(25 Temmuz 2019/İrade Gazetesi)

Gardaş dedikodusu

Sivas, 5-6 Ağustos tarihlerinde Gardaşlık Festivali düzenledi. Düşünen ve hayata geçirenleri kutlarım. Bizi bir arada tutacak benzer festivallere ihtiyacımız var.

Halk oyunları gösterileri, sergiler, oyunlar, toplu yürüyüş ve toplu halay çekme etkinlikleri, Serdar Ortaç konseri ile sona erdi. 4 Eylül Kongresi´nin yüzüncü yılının kutlandığı bu günlerde şehir farklı bir görüntüye büründü.

Gardaşlık Festivali´nde sahne alan Serdar Ortaç´a Valilik aracılığı ile bir sürpriz de ben yaptım. 2000 yılında Sivas´ta askerlik yapan Serdar Ortaç´ın yemin töreni fotoğraflarını arşivden çıkarıp Valiliğe verdim. Onlar da çerçeveletip konser sonrası sanatçıya hoş bir sürpriz yapmış oldular.

Nerden çıktı bu Gardaşlık Festivali?

Sosyal medya son yıllarda tüm dünyanın hararetle kullandığı bir alan. Örneğin Twitter´da bir hashtag (haşteg) açıyorsunuz, ne kadar tweet alırsa o kadar gündem oluşturuyorsunuz. Bir bakmışsınız, twitter açtığınız haştegle dolu.

Bu ilk kez, 2017 yılında, Belediye Basın ve Halkla ilişkiler sorumlusu Ünal Torun tarafından ortaya atıldı. Başkan Sami Aydın´ın da onayıyla, belediye öncülüğünde sosyal medyada, #DünyaSivaslılarGünü adıyla haşteg açıldı.

Tarih olarak plakamıza denk gelen 5.8.2017 günü seçildi. O gün sosyal medyada Sivas hiç almadığı kadar reyting aldı ve üst sıralarda en çok bahsedilen şehir oldu. Dünyanın dört bir yanından Sivaslılar, günlerce özlem dolu twitler attı.

Ünal, ikinci yıl bunun Belediye organizesi ile şenliğe dönüştürülmesinin alt yapısını oluşturdu. O gün yapılan çalışmaları yakından takip ettim. “Minderini al gel” adı altında meydanda düzenlenecek şenlik, maalesef Şarkışla´da şehidimizin olması sebebiyle yapılamadı. Ama sosyal medya o gün yine adeta yıkıldı.

Bugün, Valimiz Salih Ayhan´ın bu fikre sahip çıkması ile festivale dönüştürüldü. Bir kere, sosyal medya aracılığı ile tüm Türkiye, hatta dünya 5 Ağustos´u Dünya Sivaslılar Günü olarak kabul etti. Üstüne üstlük, önümüzdeki yıllarda da devam ettirilirse bize özel hasretini çektiğimiz bir festivalimiz oldu.

Sosyal medyada, Gardaşlık Festivali ve Dünya Sivaslılar Günü ile ilgili övgü ve hasret dolu sayısız mesaj paylaşılırken, dedikodu kazanı da aynı hızla kaynadı. Bir kısmı haklı endişelerdi ama bir kısmı gereksiz karalamaya dönüktü.

“Bu festival 4 Eylül´e alternatif mi?, Bu festivalle 4 Eylül ruhu mu gölgelenmek isteniyor?, Gardaş diye bir tabir olur mu, biz o kadar mı kabayız?, Plakası herhangi bir ayın gününe denk gelmeyenler ne halt edecek?, Sivas koskoca köy oldu, ağlanacak halimize şenlik yapıyoruz, Bugün eğlenirsiniz, yarın açlığınıza ağlarsınız, O parayla gülüp oynayana kadar yatırım yapsalardı ya, El uzaya gidiyor biz halay peşindeyiz, vs.vs.”

Bir kere Gardaşlık Festivali ya da Dünya Sivaslılar Günü´nün 4 Eylül´e alternatif olacak ne tarihi bir anlamı ne de onu gölgeleyecek bir yapısı ve kutlama programı var. Eğer 4 Eylül´ü bir festival gölgeleyecek kadar basite alıyorsanız zaten anlamını ve taşıdığı yüksek ruhu anlamamışsınız demektir.

Hadise son derece basit. Buyurun meydana, gülün-eğlenin, etkinliklere katılın ya da seyredin… Yılda bir ya da iki gün Sivaslı egonuzu kabartın, memleketlilik gururunuzu okşayın ve çoluk çocuğunuzla hoşça vakit geçirmenin yollarına bakın.

Bu başlangıç olsun. Misal meşhur köftemiz, dönerimiz, el sanatlarımız, kaplıcalarımız, Kangal köpeğimiz, madımağımız başka festivalleri ardından getirsin. Uluslararası kış sporları festivali için kafa yormamıza vesile olsun.

Komplo teorisiyle geç bulduğumuz festival ortamını dedikodu kazananına atmayın gardaş…

(8 Ağustos 2019/İrade Gazetesi)

Villa

Doğduğum ve bebekliğimin geçtiği ev iki katlı ahşap ve bahçeli bir evmiş. Sonradan gittim gördüm. İki kanatlı kapıdan girilen bahçesinde büyük bir armut ağacı, köşede çeşme ve kömürlük, diğer tarafta da küçücük bir kümes vardı. Alt kata hemen dış kapının karşısından girilirken, üst kata ise evin sol yanına yapılmış ahşap merdivenlerden çıkılıyordu. Muhtemelen evin sahibi iki katı ayırıp ayrı ayrı kiraya vermişti.

Çocukluğumun geçtiği ev ise betonarme iki katlı bir evdi. Bahçe girişinin sağında yarı bilek kalınlığında kaynak suyu akardı. Babam oraya yerle aynı seviyede mini havuzu andıran bir kürne yapmıştı. Bahçenin solunda ağaca dönmüş bir gül ve her bahar bahçeyi gül kokusu kaplardı. İki elma ağacının biri yumruk büyüklüğünde, diğeri cevizden biraz büyük yeşil elma verirdi. Bahçemizde odunluk, kömürlük ve bir de küçük tavuk kümesi mevcuttu.

Evin verandasına birkaç basamakla çıkılırdı. Âdet üzere sonradan o verandanın etrafı çevrilip kapatılmıştı. Giriş holünün sağında, lavabonun üzerindeki penceresi bahçeye bakan mutfak, solunda oturma odası, ileride sağda banyo-tuvalet, hemen karşısında da üst kata çıkılan merdiveni vardı. O merdivenin altı kiler olarak kullanırdı. İkinci katta iki oda ve iki odanın ortak kullandığı bir balkonu mevcuttu.

Karşımızda amcamların evi vardı. Onlarınki tek katlı ama çok odalıydı. Bahçesi arkadaydı ve elma, vişne ağaçları mevcuttu. Onların yanındaki Hacı abilerin evi yine ahşap ama iki katlıydı. Alt katında bir oda, mutfak, banyo, tuvalet, üst katında yatak odaları bulunurdu. Üst kata evin içinden ahşap merdivenle çıkılırdı. Hatırı sayılır büyüklükte bahçesi ve o bahçenin içinde büyük bölümü sokağa taşan devasa bir vişne ağacı vardı. O ağaç meyve verdiğinde vişneleri yemekten çok seyretmek insana büyük zevk verirdi. Bahçedeki odunluk-kömürlük ve kiler olarak kullanılan müştemilat bile neredeyse bahçede küçük bir ev daha varmış havası estirirdi.

Mahallemizde hiç bahçesi olmayan tek ev Hacı abilerin yanındaki küçük evdi. Ki, o da iki katlıydı ve içeriden merdivenle üst kata çıkılırdı. Küçük dediğim evde evlerinin reisi vefat etmiş üç kişilik bir aile yaşardı. Muhtemelen evi inşa edenler kalabalık bir aile hayal ederek bahçe için ayrılan arsayı da eve katıp kullanmışlardı.

Sokağa bir baştan girdiğinizde öbür başa kadar meyve ağaçlarının envaı çeşidi görmek mümkündü. Yeşil elma, kırmızı elma, armut, vişne ve ille de erik ağaçları sokaklara taşan dallarıyla gözünüzü yeşilin her tonuyla buluştururdu. Pencere önlerine dizilmiş saksı çiçekleri, bir ressamın fırçasından çıkmış tuval gibi rengarenkti.

Bizim bir üst sokağımız bilinen adıyla Çavuşbaşıydı.  Orada da daha çok tek katlı ve en fazla iki katlı bahçeli evler sıra sıra diziliydi. Ağaçsız bahçe neredeyse yoktu. Meyve ağaçlarıyla birlikte bazı evlerin bahçelerinden kavak ağaçları yükselirdi.

Gün geldi dalından meyvesini yediği, oksijenini ciğerlerine çektiği, bahçesinde mangalını yaktığı, çayını içip kışlık turşusunu yaptığı o bahçeli evlerin sahipleri, apartman dairelerini keşfetti. Hele hele bir de evini verip karşılığında “İki daire” sözü alan ahali, anahtarı müteahhide teslim edip kiraya çıkmaya başladı. Tek başına girip çıktığı evine hiç tanımadığı 5-6 apartman komşusu ile girip çıkmaya başlayınca da aklı başına geldi. Ağaçlı, çiçekli, çeşmeli bahçeye sığmayan aileler, iki metrekarelik beton balkonda aradığı huzuru bulamadı.

O mahallelerin hepsi bugün apartman dediğimiz ağaçsız beton yığınlarıyla dolu. Mahalleler yok olunca, mahalle kültürü de zaten yıkılan evlerin enkazları ile birlikte kamyonlara yüklenip gitti.

Şimdi insanlar, şehrin gürültüsünden, kirli havasından ve yaşamaya mecbur olduğu apartman ucubelerinden kurtulmak için şehir dışına kaçma peşinde. Bizim o yıllarda “Evimiz” dediğimiz yapıların günün inşaat teknolojisine uygun yapılmış olanlarına “Villa” adını koyup astronomik fiyatlarla alabilmek için çaba sarf etmekte.

Bir nesil, müteahhitten bir daire fazla alma pahasına o güzelim dokuyu mahvetti. Şimdi başka bir nesil o iki daire parasından daha fazlasına müteahhitten bir villa(!) alabilme hayalinde…

Hâlimiz, Aziz Nesin’in köyün ağası ile köyün çobanını konu aldığı ibretlik hikayesi gibi…

“Biz bu b.ku niye yedik?”

(24 Ağustos 2019/İrade Gazetesi)

Koro

90’lı yılların başıydı. Benim gazetecilikte en acar günlerim. Kültür Bakanlığı’nın bazı illerde Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuracağı haberini alınca, peş peşe haberler yorumlar yazmaya başladık.

Sivas türkünün, halk müziği kültürünün göbeği. Hatta anası. Koronun yakışacağı birkaç il varsa onların en başında gelecek yer burası. Aşık Veysel’leri, Vehbi Cem Aşkun’ları, Muzaffer Sarısözen’leri ve o kültüre ölçüsüz katkılarda bulunmuş daha nicelerini çıkarmış bir ilde devlet korosu olmaz da nerde olur?

Şartlar, imkânlar ve siyasi zemin uygundu, Türkiye genelinde üç korodan biri Sivas’ta kuruldu. 1991 yılında, kulakları çınlasın kurucu şef Celal Vural’ın hazırladığı repertuarla ihtişamlı bir konser verdi. Tam 40 kişi… Tek bir sesten, inanılmaz bir disiplin içerisinde, müzikalitesi en üst seviyede ilk konserle Sivas’lılara unutamayacakları bir gece yaşattı.

Enstrümantal olarak seslendirilen Deli Derviş, rahmetli babamın en sevdiği türkülerden El vurup yareni incitme tabip, Ben kendimi gülün dibinde buldum, Anam ağlar başucumda oturur ve Yaylalar yüce yaylalar parçaları hâlâ kulaklarımdadır, o günkü ihtişam gözlerimin önünden gitmez.

Celal Vural görevini tamamlayıp şefliği Uğur Kaya’ya teslim etti. Gittikçe artan bir ilgiyle koronun konserleri adeta salonlara sığmadı. Tabiri caizse dinleyenin tadı damağında kaldı.

Seçilmiş onca saz ve ses ustasının dilinde türkülerimiz sanki yeniden doğdu, halkın beğenisine sunulan repertuarların içinde yeniden hayat buldu. Uğur Kaya, her konser finalinde yüzünü seyirciye dönüp onları da türküye dahil edince yüzlerce kişi kendini koronun bir elemanı gibi hissetti.

Ayakta hem de dakikalarca alkışlanmayan konserlerine şahit olmadım. Birkaç saat süren konserler hazırlanan repertuarlarla öylesine şahane bir hâl almıştı ki, dinleyene birkaç dakika gibi geliyordu. Koro, her konserini sıkmadan, yormadan hiç bitmesini istemediğiniz bir geceye dönüştürüyordu.

Birden koroda yaprak dökümleri başladı. Siyasi otorite değiştikçe “adamını bulan” büyük şehirlere kaçmanın yollarını aradı. İstanbul, Ankara ve İzmir’de de korolar kurulunca bu yaprak dökümü hızlandı.

Koromuz gözlerimizin önünde erimeye devam ederken, kimse dönüp bu işin çözümü nedir, nerededir diye bakmadı. Şimdi koca salonlara sığmayan koronun tek tek sayılacak kadar az dinleyicisi, takipçisi var. Allah’tan protokol ön bir iki sırayı dolduruyor da, arkanın boşluğunu hissedilmiyor.

Kurulduğu yıllarda tüm Türkiye’nin konuştuğu koromuzun son yıllarda bırakın manşet olmasını birkaç satırlık haber olduğuna bile pek az rastlıyorum.

Bir konser öncesi bilgi verirlerken not almışım; koromuzun 13 kadrolu 17 misafir sanatçısı var şu an. Müzik otoriteri değilim elbette ama bana olduğu kadar diğer seyircilere de absürt geldiğinden eminim. Türk Halk Müziği Korosu’na monte edilmiş gibi duran kanun, keman, klarnet gibi enstrümanlar koronun klasik yapısını bozmuş durumda. İnce sazlar insana arabesk dinleyeceğiniz izlenimi veriyor sanki.

Seslendirilen türkülerin seçimi ise birkaç konserde bir birbirinin aynısı. Repertuarlarda bile hiçbir yenilik yok. Şef Uğur Kaya’nın, “Bir eser çıkardım arşivden, ilk kez bizim koro seslendirecek” diye heyecanlandığı ve heyecanlandırdığı türkülerin bir tekine bile şahit olmuyorum artık.

17 Aralık’ta bir konseri daha varmış koromuzun. Yine sessiz sakin bir köşeden güzelim türkülerimizi dinlemek için salondaki yerimi alacağım. Eminim bilmem kaç defa dinlediğim türküleri yine aynı korodan acı zulüm dinleyip heyecansız eve döneceğim.

Demem o ki, bir el lazım. Bu kötü gidişe dur diyecek, şimdiki konumundan alıp daha üst seviyelere çıkaracak bir el… Kim olur, nasıl olur bilmiyorum… Bence durum acil ve vahim. Yoksa son türküyü koro için rahmetli Ali Kızıltuğ usta’dan hep beraber söyleyeceğiz:

“Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele”

(12 Aralık 2019/İrade Gazetesi)

Fiske

Çanakkale savaşının en şiddetli günleridir. Düşman donanmasının amiral gemisi, İngiliz’lerin Queen Elizabeth zırhlısıdır.

Dönemin en gelişmiş teknolojisi ile üretip gururla sularımıza soktukları bu zırhlıya, İngiltere’yi süper güç yapmayı başaran Kraliçe 1. Elizabeth’in adı verilmiş, yine ittifakla Çanakkale’yi ilk geçecek zırhlı şerefine nail olması için en başa konulmuştur.

O zırhlı adına yakışır şekilde bir bir tabyalarımızı top ateşine tutarak büyük kayıplar verdirmeyi başarır. Sancağında dalgalandırdığı İngiliz bayrağı ile Boğazı geçmesi an meselesidir.

Son derece güçlü bir zırhla donatılmış olan Queen Elizabeth’i top atışlarımız sarsmaktan öteye etki etmemektedir. İlerlemesi bir türlü durdurulamaz.

Ta ki Elizabeth, Rumeli Mecidiye Tabyamızı top ateşine tutana kadar.

Vurduğu o son tabya, ilerleyişinin de kaderini değiştirecektir. Ya tüm donanmalar peş peşe Çanakkale’yi geçip kara savaşlarına gerek kalmadan İstanbul’a ulaşacaktır ya da bir mucize savaşı başka bir mecraya sürükleyecektir.

Son top atışıyla tabyamızdaki kahraman askerlerimiz şehit düşmüş, toplarımız ise hasar görmüştür.

Hayatta kalan iki askerimizden ufak tefek olanın gök mavisi gözlerinde adeta şimşekler çakar. Az önce tayınını paylaştığı, bir memleket havasında uzaklara dalıp gittiği arkadaşlarının cennet kokan cansız bedenlerine bakıp büyük bir hırsla yerinden fırlar.

O artık eni topu atmış kiloluk bir asker değil, tüm şehitlerin hıncını alacak bir devdir. Yaralı tabya komutanı ve diğer yaralı arkadaşının şaşkın bakışları ile gözlerini kapatıp kendinden beş kat ağır top mermisini bir anda sırtlanır ve topun ağzına sürer.
Çakmak çakmak olmuş gök mavisi gözlerini açtığında, Elizabeth’in tam kalbine nişan almıştır.

Onu kahraman yapacak ve diğer kahramanlarımızın göğsünü kabartacak tek atışı tam da istediği yere isabet ettirir. Bilir ki, zırhla donatılmış bu gemiyi rotadan çıkarmak için tek atışlık şansı vardır; o şansı da tereddütsüz kullanıp topu ateşlemiştir.
Rumeli Mecidiye Tabyamıza gelene kadar onca top atışına rağmen sarsılmadan ukala salınışı ve kibirli ilerlemesini sürdüren Elizabeth, bir anda dalgalara kapılıp balıkçı teknesi gibi sallanmaya başlar. Elizabeth’in mekanik kalbi, personeli gibi darmadağın olmuştur.

O gök mavisi gözlü koca yürekli asker, Elizabeth’i dümen sisteminden vurmayı başarmıştır. Tek atışla Elizabeth, Çanakkale’nin sularında yalpalamaktan ve sağa sola savrulmaktan öte hiçbir işe yaramayan yüzen tenekeye dönmüştür.

Şairin; “Sana kutsal gelen bin yıllık çınar / Fiske vuruşuyla yıkılır bir gün” dediği gibi, kutsal Elizabeth’i yıkacak fiske vuruşunu yapmıştır.

O tabyaya kadar döşenen mayınlardan adını taşıdığı kraliçe gibi İngiliz kıvraklığı ile kurtulmayı başarmış Elizabeth, dümensiz çarptığı mayınların patlamasıyla olanca haşmeti ve kibri ile Çanakkale’nin soğuk sularına gömülür.

Gök mavisi gözlü koca yürekli asker savaşın kaderini değiştirmiştir.

Sınır tanımaz hırsı ve kahramanlığı ile onbaşı rütbesine yükseltilerek o savaşta bir askere verilecek en büyük ödül olan çift tayın alma hakkını da kazanmıştır. Rütbesini onurla takar, ancak çift tayın hakkını her gururlu Türk askerinin yapacağı gibi reddeder.

Gururla ve belki şaşkınlıkla hikayesini okuduğunuz o kahraman Koca Seyit Onbaşı’dır …

Ufak tefek bedeni elli yaşındayken, 1939 yılının tam da bu ayında vereme yakalanmış, ecel onu şehit arkadaşlarıyla buluşturmuştur.

Ruhu şad olsun!

O da diğerleri gibi bugün, hemen şimdi okuyacağımız bir Fatiha’yı hak ediyor.

(19 Aralık 2019/İrade Gazetesi)

SENARYO

İşte işin özeti bu, usta!… 

“Sivas ve Başbağlar aynı senaryonun iki farklı sahnesi” 

27 yıl önce Sivas’ta yaşananlarla, Maraş’ta yaşananlar bizatihi aynı olaylar… 

Burada “Müslüman” görünüp halkı kışkırtanlar ile Maraş’ta terörist kılığa girip 33 kişiyi katledenler belki de aynı kişiler. 

Adına dış güçler de deseniz, gizli güçler de deseniz, terörün uzmanlık alanı bu. 

Bir bakarsınız karşınıza cüppeli sarıklı bir muhterem olarak çıkmış… 

Bir de bakmışsınız en üst perdeden ateist… 

Her bölgeye, her İl’e, hatta her mahalleye göre gireceği bir kalıbı vardır. 

Bir bakmışsınız Alevilere önderlik ediyor, bir bakmışsınız Sünnilere akıl dağıtıyor. 

Şehirde tam bir beyefendi, dağda eli silahlı azılı terörist… 

Eğitimi her kalıba girip, aynı hızla çıkabilmek üzerinedir. Güneydoğu’da Kürtçe konuşur, özerklik için çarpışır… 

İç Anadolu’ya gelir, Kürt düşmanlığını körükleyen koyu Türk Milliyetçisi olur. 

Biz, sokakta, caddede, kahvede, markette görürüz onu. Bizim gibidir; ortamını bulduğu her yerde ince ince fikir enjekte eder. Hissettirmez. 

Gün gelir hedefi, Asker-Polis olur, gün gelir hükümetler… 

Ortamını bulduğu anda bir Sivas olaylarına imza atar, karşılığını bulamazsa silah kuşanıp “Sivas’ın karşılığı” der Maraş’ta köy basar… 

İşin özü ve özeti bu, Usta!.. 

Biz Sivas ve Maraş’taki olayların enkazını kaldırırken o, farklı bir bölgede farklı bir karışıklığın alt yapısını oluşturmakla meşguldür. 

Başka bir kimlikle, başka bir görünümle… 

Bizim ülkemizde de değil üstelik. Karışmasını istediği dünyanın her bölgesinde böyledir. 

İstikrar istemez, dinginlikten hoşlanmaz… İstediği her yeri, her an fitilini ateşleyeceği dinamite çevirene kadar sabırla çalışır durur. 

Biz göremesek te, farkına varamasak ta, o organizedir. Senaryoyu kulağına fısıldarlar, o oyunculuğunun tüm gereklerini ortaya serer. 

Sağduyunun ortak sesi haklı… 

“Sivas ve Başbağlar aynı senaryonun iki farklı sahnesi” 

Özü, özeti bu…