KAPI

Haberi önce sosyal medyada sonra da bir gazetemizde gördüm. Kongre binasının ön kapısı nihayet ziyaretçi giriş çıkışına açılmış…

Şaşırmayın ve hatta gülmeyin!

Lise binası olarak yapıldığı tarihten beri kullanılan; Çanakkale’ye gönüllü olarak gidip şehit olduğuna inandığımız ve övünerek anlattığımız, dönemin öğrencilerinin girip çıktığı…

Sivas Kongresi döneminde 108 gün boyunca başta Mustafa Kemal Paşa’nın, kongre delegelerinin, Kazım Karabekir Paşa gibi Sivas’a gelen birçok Milli Mücadele kahramanının aşındırdığı…

Şimdiki haliyle de müzemizin ana giriş kapısı son restorasyon çalışmalarından sonra uzun süredir kapalıydı. Aslında arka kapı olan ve ana caddeye baktığı için ön kapı muamelesi gören mevcut merdivenli kapı ise tek giriş-çıkış için kullanılıyordu.

Şehrin önde gelenleri, bu ve benzeri konuları kendine dert edinenleri, ‘ön kapı da açılsın’ diye defalarca rica ettiler; açılmadı…

İstirham ettiler olmadı.

Talep ettiler karşılık bulmadı.

Tepki gösterdiler duyulmadı.

Haddizatında kapıyı şahsi giriş çıkışları için istemediler…

Binanın şimdiki haliyle arkasına yapılmış olan Milli Mücadele Anıtı ve yıkılan orduevinin yerine yapılan alanla, Kongre binasını buluşturmak istediler.

Müzeye giren ziyaretçilerin nihayet açılması sağlanan kapıdan çıkıp onca emek ve para harcanmış, duvarları bakır rölyeflerle süslenmiş, tamamlanmamış olsa da şehre yeni ve güzel bir görünüm katmış, insanların milli duygularına hitap eden bu güzel alanı da aynı anda gezmesini istediler.

Ki, insanlar gezip görmeden çürümesin…

Kaderine terkedilmiş gibi ipsiz sapsızların uğrak yerine dönüşmesin…

Etrafı insansızlıktan ve bakımsızlıktan yıkılmasın dediler.

Fakat olmadı!..

Sivas bürokrasisinin, ilgili ve yetkililerinin bu kapıyı açık tutmaya ya güçleri yetmedi, ya önemsenmedi ya da açık etmedikleri başka niyetleri bu basit talebin yerine gelmesine engel teşkil etti…

Nihayetinde her kim ya da kimler ise artık; Sivas bürokrasisine çözdüremedikleri bu konuyu milletvekillerimizden Rukiye Toy hanımefendiye ilettiler. İyi de ettiler.

Okuduğum haberlere göre, O da duyarlılık gösterdi, içtenlikle el attı, küt diye kapattıları kapıyı şak diye açtırdı.

Şaşırmayın; halen Kongre binasının yapıldığından beri var olan ve anahtarı çevrilip açılacak olan kapısından bahsediyorum…

Bildiğimiz, arkasında ve önünde kulpu olan ahşap oymalı tarihi bir kapı!

Hal bu ki, işin ucunda devasa yatırım yoktu, büyük bir harcama yoktu, uzmanlık gerektiren plan-proje yoktu…

Ve de kapalı bir kapıyı açmak için kanun gerekmiyordu, yönetmelik gerekmiyordu, meclise taşınması gerekmiyordu, milletvekili, hatta hükümet düzeyinde çözülmesi gerekmiyordu…

Lakin, öğrenmiş olduk ki, böyle bir mesele Sivas’ta yaşanınca gerekiyor!..

Herhangi bir ilin insanlarının “Müzemizin bir kapısı açık diğeri kapalı. İki kapısının birden açılmasını istiyoruz ama bürokrasiyi buna ikna edemiyoruz” diye milletvekillerini aradığına, aracı yaptığına yahut konu üzerinde siyasi baskı oluşturduğuna şahit olan var mıdır bilemeyiz.

Biz şahit olduk!

Başka illerden örnek arayan olursa da artık biz varız!

Size şaka gibi gelse de asıl anlatmak istediğim kapı meselesi değil.

Basit olduğu kadar saçma, saçma olduğu kadar da bu şehirde yaşanan ‘gerçek’ bir mesele…

Geldiğimiz yerin ve nerede duracağını bilmediğimiz gidişin son noktasıdır kapı.

Daha ötesi nedir, hangi konuda ve hangi alanda yaşanıyordur varın siz tahmin edin…

Umarım Sivas, saldım çayıra mevlam kayıra noktasında değildir usta!

Sağlıcakla kalın…

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

GELENEK…



Bazı kelimeler sihirlidir. Duyduğunuzda içinize bir gurur yansır. Hatta mutlu olursunuz, göğsünüz kabarır. 

Bilirsiniz ki, o an birebir sizi etkilemese bile o kelimeler tüm geçmişinizi etkilemiş, geleceğinize de yön vermektedir. 

Ama doğru kullanılmalıdır, yerinde olmalıdır.

Bu kelimelerin başında da “Gelenek” gelir… 

“Geleneksel” dediğiniz kelime gerçekte bir tarih buluşması hatta yüzyıllar kucaklaşmasıdır. 



Nesilden nesile tekrarlanan ortak paydalarımızın kelimeye sığdırılmış halidir.

Sözlükler geleneği, “Bir toplumda çok eskilerden kalmış olmaları sebebiyle tutulan, kuşaktan kuşağa aktarılan, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlardır” diye açıklar.



Yani, geçmiş yaşam biçimlerimiz içerisinde olması, maddî ve manevî değerlerinin bulunması gerekir…



Daha önemlisi, geleneğin özündeki kutsalla olan ilgisinden dolayı köklü bir geçmiş, zengin ve kutsi değerleri kapsaması şarttır…

Bunlar da yetmez!.. 



Gelenek kendinden her türlü istifadeye açık olan anlamlar rezervi barındırmalıdır. 



Ki, sanat ve edebiyata da etki edebilsin!..

Edebiyatçılar gelenek için, “Yazılı metin haline getirilmiş, etkileyici eserlerin intikaliyle ilgilidir” der. 



Hatta bu alanda geleneğin nasıl gelenek haline geldiğinin bilinmesi yazılı kaynaklarla da sabit olmasına ihtiyaç duyulur…

Sosyal bilimciler, bir geleneğin gelenek halini alabilmesi ve bizim ona “Geleneksel” diyebilmemiz için “en az üç kuşağın geçmesi” gerektiğinde birleşir…

Yani dedeniz ve babanız kendi dönemlerinde toplumla beraber aynı şeyi tekrar etmiş ve siz de aynısını sürdürüyorsanız; bu geleneksel hale gelmiştir…



Bu yüzden 1’inci geleneksel, 2’inci geleneksel, 3’üncü, 5’inci, 10’uncu geleneksel olmaz. 



Toplum kabul etmişse ve tekrarında sakınca görmüyorsa; topluca yapıyor, bizzat katılıyorsa geleneksel olma yolunda ilerleyen bir durum söz konusudur…

Geleneğin geleneksel hale dönüşmesi için insanların, birikimlerini, hayatlarında değer verdikleri, kendileri için önemli unsurları gelecek kuşaklara aktarma isteği ve gayretinde olması ile mümkündür.



Tepeden inme gelenek olmaz!.. 



Birinin söylemesiyle, oluşturmasıyla, bir araya getirmesiyle, kendi imkân ve gücünü kullanarak tekrarlamasıyla gelenek oluşmaz ve geleneksel olmaz…

Geleneğin klasik tanımı, “İnsan eylemlerinin düşünce ve muhayyile aracılığıyla yaratılmış olan ve bir kuşaktan diğerlerine intikal eden şeylerin bütünüdür” şeklindedir.

İşin özü geleneğin kökünün ve köklerinin olması gerekir… 

Bunları niye yazıyorum?



Son yıllarda bir “Geleneksel” modası türedi. 

Kelime güzel…

Önüne koyduğunuz etkinliği daha havalı, cafcaflı, afili gösteriyor.

1’inci geleneksel yazan da var, 3’üncü geleneksel yazan da…



Sivas Valiliği de son birkaç yıldır 5 Ağustos’ta 58 Dünya Sivaslılar günü, Gardaşlık festivali organize ediyor… Bu isimle böyle bir günün kutlanıp kutlanılmaması doğru mudur yanlış mıdır ayrı bir tartışma konusu…

Şimdilik kaydıyla o konuyu başka bir zamana bırakalım.

Ama sosyal medya paylaşımlarında cümleye, “Geleneksel hale gelen Dünya Sivaslılar Günü” diye girerseniz yanlışlar dizisinin başlangıcını da yapmış olursunuz.

Bir etkinliğin gelenek haline dönüşüp dönüşmediğini test etmenin yolu basittir…



Çekin aradan organize eden kurumları; toplum benimseyip kendi değerlerini yaratmış ve kutlamaya başlamışsa gelenek olma yolunda adım atmış demektir…

Aksi, gel eğlen, gül eğlenden öteye bir durum değildir.

Sağlıcakla kalın…

Ne mutlu Türküm diyene!

Ziya Soybayraktar
Sosyolog

Aydın Deliktaş kardeşimin “Rütbesi Türk” kitabını büyük bir heyecanla ve sindire sindire okudum. Sayın Deliktaş’ın gazetecilik hayatındaki yazılarını severek okuyan bir okuru olarak kullandığı arı dil Türkçe, kısa ve öz metinler içine ustaca işlenmiş mesajlar, sahibine gönderilmiş mektuplar gibi yerine ulaşıyordu. Üslubunu ve yazı karakteristiğini çok takdir ettiğim bir arkadaşımın Rütbesi Türk romanı beni hiç şaşırtmadı. Yazı dili, üslubu, cümle yapısı, olayları anlatışındaki sadelik o kadar berrak ki maşallah.

Bu şehrin kıraç toprakları Türk Edebiyat tarihine, folkloruna, halk kültürüne kazandırdığı ozanlar, yazarlar, şairler ve araştırmacılar ile çok bereketli ürünler sunmuştur. Belki de en verimli yanımız bu alan. Coğrafyanın insan karakterine etkisi, kadim geleneğin muazzam bereketi Sivas’ımızı Türk Edebiyat alanın da öne çıkarıyor. Kıymetli kardeşimiz de onlardan birisi.

Kitabı okuduğumda;

Geleneksel hayatın normlarını ve folklorunu, içinde büyüdüğü şehrin kendisinde içselleştirmiş olduğu duygular ile o kadar güzel anlatmış ki; Sivas’ı hiç yaşamamış bir insan, kitabı okuduğunda bu şehrin coğrafyasını, iklimini, komşuluk ilişkilerini, imece çalışmaları, kız isteme adetlerini, aile yaşamında uyumlu bir ailenin sevgi, saygı ve nezaket kuralları çerçevesinde anne-baba ve çocuk ilişkilerindeki hoşgörü, tevazu, nezaket ile birlikte birey olmaya saygıyı fark ediyor.

Kent sosyolojisindeki farklılıkları, Sivas ve İstanbul’da Gazi Seyit Mehmet Yüzbaşı’nın ikametgâh değişikliklerinde o kadar güzel ortaya koymuş ki, sanki sürecin içindesiniz. Kent yaşamını insanların sosyaliteleri, duyguları ve modern-geleneksel olgusu, güzel anlatılmış.

Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yaşanan gelişmeler, askerin tutumu, milli hissiyatın, devlet olma bilincinde ne kadar etkili bir duygu olduğunu ortaya koyuyor. Türk milliyetçiliğini, Türklük şuurunu, iman esasları ile bütünleşik, Osmanlı askeri eğitiminde yetişen askerin bu duygular ile ne kadar samimi kişiliklerde olduğunu görüyoruz.

İnanç öğelerinin, mukaddesatın, ahlaki şuurun sağlam bir iman ile bütünleşmesi halinde insanda oluşturduğu, kişilere kazandırdığı mücadele azmi ve korkusuzluk inancını, hikâyenin kahramanı Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet’in ilişkileri üzerinden o kadar güzel ortaya koymuş ki, hikâye okuru kendi anaforuna dâhil ediyor ve süreci sanki birlikte yaşıyormuş gibi hissettiriyor.

Romanın geçtiği dönemin geçiş dönemi olmasından kaynaklı ilişkilerdeki kopukluklar, uygulamadaki aksaklıklar, ihmal ve yanlış işlemler roman kahramanı Gazi Yüzbaşı Seyit Mehmet’i mağdur ettiğini ama Seyit Mehmet’in inancı, devletine güveni, milliyetçilik duyguları farklı ilişkiler içine girmesinin önüne geçmiş.

Ne Mutlu Türküm Diyene.

Herkesin okumasını önereceğim kitap gerçekten övgüye layık. Eline, yüreğine, aklına sağlık Aydıncığım.