KAPI

Haberi önce sosyal medyada sonra da bir gazetemizde gördüm. Kongre binasının ön kapısı nihayet ziyaretçi giriş çıkışına açılmış…

Şaşırmayın ve hatta gülmeyin!

Lise binası olarak yapıldığı tarihten beri kullanılan; Çanakkale’ye gönüllü olarak gidip şehit olduğuna inandığımız ve övünerek anlattığımız, dönemin öğrencilerinin girip çıktığı…

Sivas Kongresi döneminde 108 gün boyunca başta Mustafa Kemal Paşa’nın, kongre delegelerinin, Kazım Karabekir Paşa gibi Sivas’a gelen birçok Milli Mücadele kahramanının aşındırdığı…

Şimdiki haliyle de müzemizin ana giriş kapısı son restorasyon çalışmalarından sonra uzun süredir kapalıydı. Aslında arka kapı olan ve ana caddeye baktığı için ön kapı muamelesi gören mevcut merdivenli kapı ise tek giriş-çıkış için kullanılıyordu.

Şehrin önde gelenleri, bu ve benzeri konuları kendine dert edinenleri, ‘ön kapı da açılsın’ diye defalarca rica ettiler; açılmadı…

İstirham ettiler olmadı.

Talep ettiler karşılık bulmadı.

Tepki gösterdiler duyulmadı.

Haddizatında kapıyı şahsi giriş çıkışları için istemediler…

Binanın şimdiki haliyle arkasına yapılmış olan Milli Mücadele Anıtı ve yıkılan orduevinin yerine yapılan alanla, Kongre binasını buluşturmak istediler.

Müzeye giren ziyaretçilerin nihayet açılması sağlanan kapıdan çıkıp onca emek ve para harcanmış, duvarları bakır rölyeflerle süslenmiş, tamamlanmamış olsa da şehre yeni ve güzel bir görünüm katmış, insanların milli duygularına hitap eden bu güzel alanı da aynı anda gezmesini istediler.

Ki, insanlar gezip görmeden çürümesin…

Kaderine terkedilmiş gibi ipsiz sapsızların uğrak yerine dönüşmesin…

Etrafı insansızlıktan ve bakımsızlıktan yıkılmasın dediler.

Fakat olmadı!..

Sivas bürokrasisinin, ilgili ve yetkililerinin bu kapıyı açık tutmaya ya güçleri yetmedi, ya önemsenmedi ya da açık etmedikleri başka niyetleri bu basit talebin yerine gelmesine engel teşkil etti…

Nihayetinde her kim ya da kimler ise artık; Sivas bürokrasisine çözdüremedikleri bu konuyu milletvekillerimizden Rukiye Toy hanımefendiye ilettiler. İyi de ettiler.

Okuduğum haberlere göre, O da duyarlılık gösterdi, içtenlikle el attı, küt diye kapattıları kapıyı şak diye açtırdı.

Şaşırmayın; halen Kongre binasının yapıldığından beri var olan ve anahtarı çevrilip açılacak olan kapısından bahsediyorum…

Bildiğimiz, arkasında ve önünde kulpu olan ahşap oymalı tarihi bir kapı!

Hal bu ki, işin ucunda devasa yatırım yoktu, büyük bir harcama yoktu, uzmanlık gerektiren plan-proje yoktu…

Ve de kapalı bir kapıyı açmak için kanun gerekmiyordu, yönetmelik gerekmiyordu, meclise taşınması gerekmiyordu, milletvekili, hatta hükümet düzeyinde çözülmesi gerekmiyordu…

Lakin, öğrenmiş olduk ki, böyle bir mesele Sivas’ta yaşanınca gerekiyor!..

Herhangi bir ilin insanlarının “Müzemizin bir kapısı açık diğeri kapalı. İki kapısının birden açılmasını istiyoruz ama bürokrasiyi buna ikna edemiyoruz” diye milletvekillerini aradığına, aracı yaptığına yahut konu üzerinde siyasi baskı oluşturduğuna şahit olan var mıdır bilemeyiz.

Biz şahit olduk!

Başka illerden örnek arayan olursa da artık biz varız!

Size şaka gibi gelse de asıl anlatmak istediğim kapı meselesi değil.

Basit olduğu kadar saçma, saçma olduğu kadar da bu şehirde yaşanan ‘gerçek’ bir mesele…

Geldiğimiz yerin ve nerede duracağını bilmediğimiz gidişin son noktasıdır kapı.

Daha ötesi nedir, hangi konuda ve hangi alanda yaşanıyordur varın siz tahmin edin…

Umarım Sivas, saldım çayıra mevlam kayıra noktasında değildir usta!

Sağlıcakla kalın…

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

RÜTBESİ TÜRK

Feyzullah BUDAK
Kişisel Gelişim Uzmanı
YAZAR

Geçen ay son kitabım MUCİZE DOĞUMLAR ile ilgili televizyon programlarına katılmak ve ayak üstü pratik bir imza günü gerçekleştirmek üzere yaptığım birkaç günlük Sivas seyahatimin sürpriz hediyesi, “RÜTBESİ: TÜRK” ile tanışmak oldu. “RÜTBESİ: TÜRK”, çok değerli gazeteci kardeşim Aydın Deliktaş’ın Abide Yayıncılık’tan çıkan ilk kitabının adı. Sivas Paşa Cami Pasajının altındaki Vizyon 58 TV’de  çekilecek programa girmeden önce aynı pasajdaki Vilayet Kitabevi’nde dostlarımla sohbet ederken, o an orada olacağımı sosyal medyadan öğrenen Aydın Deliktaş kardeşim Antalya’dan aradı ve “RÜTBESİ: TÜRK” adlı ilk kitabının kendi ricasıyla kitabevi tarafından bana hediye edileceğini bildirdi. Nitekim kitapla biraz sonra tanıştık.

Kitabı Ankara’ya döner dönmez okumama rağmen bitirmem gereken bazı acil işler sebebiyle onun hakkında yazma işini biraz geciktirdim. Ama hakkında yazamadığım bu süre zarfında kitabın üzerimdeki tesiri hiç eksilmedi. Sonunda kitabın bende yarattığı o hiç eksilmeyen tesir, onun hakkında yazamamaktan doğan ciddi bir rahatsızlığa dönüştü ve bugün elimdeki işlere bir ara vererek daha fazla gecikmeden “RÜTBESİ:TÜRK”ü yazmaya karar verdim.

Kitap tanıtımlarında o kitabın konusunu özetleyerek okuyucunun merakını gidermeyi doğru bulmuyorum ama bu kitabın hem kendi içinde veya önsözünde anlatılmayan, hem de bildiğim kadarıyla başka bir yerde yayınlanmayan  ilginç doğuş hikayesini anlatmalıyım.

Sivas’ta yaşayan gazeteci Aydın Deliktaş kardeşim Cuma namazlarını genellikle Yukarı Tekke’deki Abdulvahabı Gazi Camisinde kılıyor. Bir gün Cuma Namazı çıkışında içinden gelip onu yönlendiren bir ses ile her zamanki yolundan dönmek yerine ters taraftan geniş bir çember çizerek mezarlar arasından yürümeyi tercih ediyor. Aslında her mezar taşı insanoğluna bir çok şey söyler ama gördüğü bir mezar taşı Aydın Kardeşimin çok dikkatini çekiyor. Normal bir insan boyu yüksekliğindeki o taşta yazılanlar şöyledir;

“GAZİ ÖN YZB. SEYİT MEHMET ÖKTEM. (D.1299  –  Ö.1942) 27.8.323 Harbiyeden mezun olmuş; 19.04.330 Çatalca Savaşlarında yaralanmış, Cephenin müdafaasındaki cesaretinden dolayı yüzbaşılığa terfi etmiş, Erzurum Cephesinde ayak parmakları donmuş, Erzurum Hastanesi’nde kesilip 19.5.341 tarihinde emekliye sevk edilmiş, 8.6.937 tarihinde ayak parmakları bitti diye maluliyeti kaldırılmış, 12.2.1942 tarihinde mali sıkıntı içinde ölmüştür.”

Hem boyutları ve hem de içeriği itibariyle bir tarihi yazıt gibi duran bu dev mezar taşında yukarıdaki yazıların altında kalan boş kısma da o mezarda yatan muhteremin Harbiye Subay Kılıcı görkemli bir şekilde nakşedilmiş.

O güne kadar özellikle yerel gazetelerdeki etkili köşe yazılarıyla tanınan ama bu mezar taşını gördükten sonra çok önemli bir romanın yazarı olacak Aydın kardeşim önce bu taştaki “ayak parmakları bitti” sözünü “ayak parmakları tükendi” şeklinde anlıyor ve bu ifadeye bir anlam veremiyor. Ama gazeteci merakıyla bu anlamsızlığın peşine düşüp, o mezarın kime ait olduğunu araştırarak sonunda o mezarda yatan rahmetlinin torununu buluyor. Aslında bu mezar taşını yazdıran oğul, Aydın Beyin bulduğu  torunun babasıdır. Öncelikle “ayak parmakları bitti” ifadesiyle ilgili merakını gideriyor. Meğer bu ifade, tıpkı toprağa atılan bir tohumun zamanı gelince bitmesi (uzayıp toprak üstüne çıkması) gibi o mezarda yatan rahmetlinin kesik ayak parmaklarının “yeniden uzaması” anlamında kullanılmış.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın merakı peşine düşerek ulaştığı hikaye müthiştir ve torunun elinde bu hikayeye dair bazı evraklar ve resimler vardır. Yazarın derin alakasından etkilenen torun, “demek ki babamın dediği o gün, bu günmüş” diyerek elindeki belgeleri ve resimleri Aydın Beye verir ve babasından dinlediği hikayenin tamamını yazara anlatır. Yazar yine gazeteci merakıyla toruna “o gün, bu günmüş” ifadesinin hikayesini de sorar ve öğrenir. Konuşulan torunun babası (yani o mezarda yatan rahmetlinin oğlu) bu müthiş hikaye ile birlikte buna dair belgeleri ve resimleri ölümünden önce oğluna emanet ederken, “Oğlum rahmetli dedene ait bu hikayeyi unutma, bu hikayeye dair belgeleri ve resimleri iyi sakla, bir gün biri gelir bunları bulur ve bunun kitabını yazar” demiştir…

Aydın Deliktaş kardeşim uzun yıllardan beri beklenen kişinin kendisi olduğunu anlar ve sorumluluk üstlenerek tüm belgeleri ve resimleri torundan teslim alır. Hikayeyi mümkün olduğunca daha fazla belgeye dayandırmak için ilgili askerlik şubelerine, ilgili nüfus müdürlüklerine ve Genel Kurmay Başkanlığının ilgili bölümlerine baş vurup ulaşabildiği ek belgeleri alır ve romanını yazmaya koyulur.

En başta da dediğim gibi romanın konusunu yazarak, kitaba da yazara da haksızlık etmek istemiyorum. Özetin özeti zaten mezar taşında yazıyor. Ama en azından şu kadarını söylemeyim; Aydın Deliktaş kardeşim ilk roman denemesinde olağanüstü bir başarı yakalamış. Gazete yazılarındaki “cesur kalemlik” görüntüsünü ilk romanında da boşa çıkarmamış. Çok hassas bir konuyu çok büyük bir cesaretle nakış işler gibi işlemiş. Hikayenin eksenine oturan başat olayda Aydın Deliktaş’ın hayat felsefesi ve dünya görüşü bakımından ciddi bir sorun var. Çünkü Türk Milliyetçileri devletin eleştirilmesine, hele bir de konu Atatürk dönemine ait ise asla sıcak bakmazlar. Ama Aydın Kardeşim bu konuda duygularına gem vurmayı başarıp, konuyu tüm çıplaklığıyla kaleme almış. Zaten roman boyunca yazarın varlığını hiç hissetmiyor, kendinizi gerçek bir olayın ve o olayın gerçek kahramanlarının arasında buluyorsunuz. Hele bir de benim gibi Sivas’lı iseniz ve bu nedenle olayların geçtiği yerleri iyi biliyorsanız zaten olayların içine dalıp gidiyorsunuz. Ama yazar bir yandan anlatım içerisinde kendini nötralize edip, tarafsız yaklaşımını pekiştirirken, bir yandan da bu ortamdan yararlanarak mahalle ve okul arkadaşı İsmet İnönü’den vefasızlık gören roman kahramanı Gazi Seyit Mehmet’i İsmet Paşa’ya karşı Kurtuluş Savaşındaki hizmetlerinden dolayı çok saygılı bir konuma yerleştirerek, bu konuda okuyucunun duygularını tahrik etmekten özenle kaçınıyor. Mustafa Kemal Atatürk’e gelince; o zaten Gazi Seyit Mehmet için bir idol, uğruna can feda edilebilecek, varlığımızı borçlu olduğumuz bir kutlu değerdir. Yani yazar, roman kahramanının Atatürk ile ilgili duygularını bu şekilde örgüleyip öne çıkartarak, esas olayda devletin sergilediği büyük hata ile okuyucuda açılacak yaralara sezdirmeden çok etkili bir merhem sürüyor. Olayın bu yönü bir okuyucu olarak benim de çok ilgimi çekti ve Aydın Kardeşimi arayarak özellikle “CHP teşkilatlarından veya CHP’li tanıdıklarından bu konuda bir tepki almadın mı” diye sordum. Aldığım cevap “Hayır, CHP’li hemşerilerimiz bu konuda çok gerçekçiler, Cumhuriyetin ilk yıllarında bu türden hataların yapıldığını biliyor ve kabul ediyorlar. O nedenle önemli bir tepki almadım” şeklindeydi. Doğrusu bu cevaptaki hasbiliği ben de CHP’li hemşerilerime yaraşır buldum ve bundan çok memnun oldum.

Zaten romanın içeriği sadece ana eksende anlatılan Gazi Seyit Mehmet’in hikayesinden ibaret değil. Onun yanı sıra bazen onunla paralel, bazen ise iç içe sarmal bir şekilde 1. Dünya Savaşı, Sarıkamış Faciası, Ermeni Tehciri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ile Türkiye’de yeni bir hayatın ilmek ilmek örülmesi büyük bir incelikle anlatılmış.

Aydın Deliktaş bu romanında pek fazla örneğine tanık olmadığımız bir cesaret sergileyerek kitabın son paragraflarını aynı zamanda giriş paragrafları olarak kullanmış ama bunu öyle ustalıkla yapmış ki kitabın sonuna gelmeden bunu anlamıyorsunuz ve okumanız süresince zaten alıp durduğunuz darbelerin en sonuncu ve en kuvvetlisini bunu anlayınca alıyorsunuz.

Kitabın adı başlı başına bir efsane: “RÜTBESİ TÜRK”. Düşünün! Mahalle ve çocukluk arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı Kahramanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede onlarla aynı ortamdan çıkıp, aynı okullarda okuyan ve aynı savaşlara katılan roman kahramanı Yüzbaşı rütbesinden yukarı çıkamadığı gibi en sonunda da çok büyük bir mağduriyete uğruyor. Ama tüm bunlara rağmen alnı ak, başı dik ve onurlu bir duruş sergiliyor. Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’mızın kahramanlarına büyük bir saygı sergiliyor. Çünkü onun “RÜTBESİ: TÜRK”dür ve bu rütbe tüm rütbelerden üstündür. Çünkü o, tüm bu asaletini Türk’lüğünden alıyor. Bu haliyle romanın adı insana hemen Büyük Atatürk’ün, “Benim bu hayattaki yegane fahrim (onurum, şerefim) TÜRK olarak dünyaya gelmemdir” sözünü hatırlatıyor.

“RÜTBESİ: TÜRK”ün bana özel iki de hoş sürprizi oldu. Birincisi kitabın kapağının benim “BİZ TÜRKÜZ” adlı kitabımla benzerliği. Şimdi bu benzerliği görmeniz için konumuz dışındaki başka bir kitabın resmini buraya koymayı uygun bulmadım ama siz isterseniz bunu internetten görebilirsiniz. Aslında konusu benzer olan kitapların kapaklarının da benzer olmasında fazla şaşılacak bir durum yoktur ama yine de bu durum benim için hoş bir sürpriz oldu, kıvandım.

İkinci sürpriz ile de kitabın son bölümünde karşılaştım. Son bölümde romanın kahramanı Gazi Seyit Mehmet’in ailesi ve evlatlarıyla ilgili bilgiler ve bazı resimler var. Onları görünce anlıyorum ki; Roman kahramanının oğullarından biri (Halit ÖKTEM) Selçuk ortaokulunda (1962-1965) benim Coğrafya öğretmenimdi. Ondan önceki ilk okul yıllarında da (1957-1958) gelini Fethiye ÖKTEM Kızılırmak İlkokulu’nda sınıf öğretmenimdi. Bunlar beni kitapla daha da fazla bütünleştirdi.

Biliyorum bir roman tanıtımı için çok uzun bir yazı oldu ama bıraksanız bir bu kadar daha yazabilirim. Çünkü o duygularım var, çünkü bu kitap insanı o duygularla dolduruyor. En iyisi kendi okumanızdır. Okuyun. Böylesi güzel şeylerden haberdar olun. Ruhunuzu böylesi güzelliklerle arındırın.

Değişmeyen kafa!

Macit Gürbüz
Gazeteci&Yazar

RÜTBESİ TÜRK!
Ne güzel bir rütbe, ne muhteşem bir ifade.

Sivaslı Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem’in hayranı olduğu Gazi Mustafa Kemal Paşa da, “En büyük fahrim (onurum) Türk olmaklığımdır” dememiş miydi?

Gazeteci dostum Sayın Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı Rütbesi Türk adlı tarihi romanı okuyalı uzun zaman oldu.

Hep bir şeyler yazarak kalemine naçizane kuvvet olmak istemiştim.

Bugüne kısmetmiş.

Kuyumcu titizliği ile hazırlanmış; belge, fotoğraf ve arşiv kayıtları ile berkitilmiş ve yakın tarihimiz didik didik edilerek kaleme alınmış, hüzün veren bu romanı ardı ardına boğazıma dizilen düğümlerle okudum.

Sevgili Aydın ile canlı yayın yaparken, “Bu ülkede ne yazık ki bazı şeyler hiç değişmiyor” demiştim, bu ülke için terörle mücadele ederken uzuvlarını kaybeden, ardından takılan protezlerin parasını isteyen devlete çöreklenmiş kansızları haber yaptığım o anları hatırladım.

Değişmeyen aslında bu kafa.

Seyit Mehmet Öktem’in 60 lira olan maaşını 6 liraya indiren işte bu kafa.
Onu açlığa ve sefalete mahkum eden işte bu işgüzar kişiliksizler.

Lütfen bu kitabı öncelikli okunacaklar listesine alın ve sindire sindire okuyun.
Israrla öneriyorum.

Kimse unutmasın ki, bütün rütbe ve kazanımlarımızı elimizden alsalar da, bize Türk rütbesi yeter.

O rütbemizi de kimse alamaz bizden, çünkü o rütbe yüreğimizde.
Atatürk’ümüz gibi en büyük fahrimiz de budur.

Eline sağlık sevgili Aydın, lütfen yazmaya devam et, bu ülkede o kadar çok Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem var ki, soyadı gibi onuruyla mücadele etmiş, rütbeleri alınsa da Türk kalmış ve Türk ölmüş.

Mezar taşındaki yazıdan dahi rahatsız olanlara inat yaz lütfen.
Bu ülkede kirli siyaset elbet birgün son bulacak.

Biz görmeyiz belki ama çoluk çocuğumuz, olmadı torunlarımız görecek eminim.

Teşekkürler, kalemine sağlık…

Etkilendim…

Hüseyin YILANKIRAN

3 yılda yazılan bu kitabı 3 günde okuyun lütfen değerli arkadaşlarım.

Sivas Vilayet kitabevinden aldığım bu kitabı okudum. Önsözünü de 3 kez okudum. Her vicdanlı vatansever Türk kendini bulur hemen. Böyle muhteşem başlayan bir önsözden sonra aklıma gelen Hıncal Uluç’un “Kendi yıldızını bulmak” adlı kitabı oldu ama şükür öyle de değildi .

Hıncal Uluç o kitapta önsöźüne Avrupalı bilge yazarın muhteşem bir makalesini koyup ardından sıradan yazdığı günlük gazete makalelerini koyarak tam bir aldatmaca yaşatmıştı okuyucusuna.

Rütbesi Türk’de her Türk’ün mütevazı ve mücadeleci ruhu iyi anlatılmış.
Sarıkamış felaketi ve Ermeni Techiri tarihi gerçekleriyle araştırılıp yazılmış.
Kitabın kahramanı Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlıklar ve kişisel mağduriyetlerde de sadece bireysel olarak mücadele etmesi, görevdeyken çocukluk arkadaşı İsmet İnönü’den de imtiyaz ve destek istememesi de iradenin azmin simgesi olmuş. Seyit Mehmed’in şahsında Milli mücadelelerin nasıl verileceğini de çok iyi kavramış olduk.

Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk olan Cumhuriyet Halk Fırkası teşkilatlarının millete ve emekli subaylara olan baskısını Atatürk’te tahmin edememiş. O gün ya tabii olursun yada helak olursun, ya da Bugünkü gibi de ya biat edersin ya da mahvolursun baskısı tarihin sadece tekerrürüdür.

Verilen gaziliğin siyasi teklifin reddiyle geri alınması Seyit Mehmed’in sonunu hazırlamış. Kitap gerçekte birde biyografi gibi. Kitapta hiç alıntı yok, resim ve belgeler araştırılıp temin edilmiş Süper.

Son sayfalarda acı ve hüzün var. Etkiledim. Kutluyorum bu kitaba verilen emeği. Kutlarım yazarımızı.

TARİHİ ROMAN MI EDEBİ ESER Mİ?

Her şeyden önce Rütbesi Türk kolayca okunan, hayal gücünün, heyecanın, hepimizce çok rahatlıkla anlaşılabilecek karakterlerin ve bu karakterlerin hayallerinin, kusurlarının büyük bir başarıyla anlatıldığı bir eserdir.

Yazar’ın kitaptaki en büyük başarısı hikâye anlatıcısı olarak ortadan kaybolmayı başarıp, hikâyeyi karakterlerinin sürdürmesine olanak vermesinde gizlidir. Okura hangi karakterin hareketlerinin onaylanması hangilerinin yerilmesi hususlarında yol gösteren herhangi bir otoriter ses yoktur. Okur roman boyunca kendi yolunu kendi bulmalı, şaşırmalı, karmakarışık duygularla boğuşmalıdır. Muhtemelen yazar, zaten böyle objektif bir eser yazmayı planlamıştır. Edebiyat tarihçileri ve yakın tarihçiler muhtemelen Rütbesi Türk’ü daha iyi anlayabilmek maksadıyla yazarın biyografisiyle, kişiliğiyle ve diğer eserleriyle ilgili araştırmada bulunmaya çalışacaklardır. Ancak, bu kitapta yazarın hayatı gizli kalmıştır. Yazarın henüz başka eseri olmaması nedeniyle kitabın sayısız farklı yorumu eserin değerini sürekli korumasına yol açacağı muhakkaktır.

Kitapla ilgili en basit açıklama romanın Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında geçtiğini ifade etmek olacaktır. Okur hikâyeye bu noktadan girerse, tarihi arka planı kavrar, olayların gelişimini, Türk insanının yabancı işgalcilere ve örgütlü-örgütsüz mücadeleye karşı nasıl bir tutum geliştirdiklerini görür. Bu noktada yazarın gücü hikâyeyi hem içe işleyecek hem de güçlü kişilikler üzerine bina edecek şekilde yazmasında saklıdır. Yazarın arka planı büyük başarıyla çizmesi okurda sanki o an gerçekleşmekte olan bir hikâyeyi okuduğu izlenimi uyandırmaktadır. Kitabı ikinci kez okunduğundaysa yazarın yaşadığı yöre, bir takım kültürel farklılıklarıyla ön plana çıkar.

Romandaki ana karakterler gerçek kişiler olsa da tali karakterler de sanki gerçek hayattan bire bir kopyalanmış gibi gözükmektedir. Örneğin üsteğmenken dostluk kurduğu yakın arkadaşı Kenan, sağ kolu ve emir eri Ramazan, Hallaç Hıdır, sivil hayatta kendine edindiği asker emeklisi arkadaşlar, muhatap olduğu taş ustası ve hafız gibi karakterler gerçekte yaşamış gibi bir izlenim vermektedir.  Tüm tarihi olayların roman kahramanı tarafından yorumlanmış olması, yazarı da bu tarihi süreç karşısında kitaptan çıkarmış ve objektif bir duruma getirmiştir. Tartışmalı tarihi konularda yazar, kararı okuyucuya bırakmayı da başarmıştır. Örneğin romanda Ermeni Tehciri konusunda günümüzde de geçerli olan iki görüş baskın bir şekilde ortaya konulmuştur. Roman kahramanının askeri bir kişilik olması sebebiyle o cepheden bakışla tehcirin gerekliliği, babasının bakış açısı ile de sivil insanların tehcire bakışı net şekilde anlatılmıştır. Yazar, başarılı bir şekilde taraf olmaktan çıkmış ve yorumu aynı başarıyla okuyucuya bırakmıştır. Benzer başarılı uygulama, Çatalca Savaşı ve Sarıkamış Harekâtında da satır aralarında görülmektedir. Roman kahramanının hiyerarşik yapısı birçok açıdan tam bir askeri disiplini ifade etse de zaman zaman inisiyatifler alması ve kendinden beklenmeyecek çıkışlar yapması alınan birtakım kararların yanlışlığına yine aynı disiplin içinde göndermeler barındırmaktadır.

Roman kahramanı geleneklere son derece bağlı bir karakter çizmiş olmasına rağmen özellikle karşıt görüşleri etkileme biçimi hem o dönemin hem de bugünün aydın kesimin propaganda biçimini andırır. Felsefi bir arka planı olan dönem kahramanlarına yapılan göndermelerde daha ziyade Seyit Mehmet’in iç dünyasını betimlediği yerlerde sezilmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığın da şu yorum da yapılabilir; Rütbesi Türk, önceleri Osmanlı’yı hemen ardından da genç cumhuriyeti tehdit eden rejim karşıtlarına karşı önce bir askerin sonrasında bir sivilin aynı ruhla bir cevabı olarak algılanması biçimindedir.

Bu yoruma göre Seyit Mehmet, önceleri üniformasının verdiği görev ve yetkileri en üst seviyede yerine getiriyor gibi gözükmesine rağmen temelde bağlılığının vatan, bayrak ve din olduğu telakki edilebilir.

Diğer taraftan Rütbesi Türk’ü bir Türk milliyetçiliğinin etkisi altında yazılmış olarak kabul etmek belki de çok basit bir yaklaşım olacaktır. Seyit Mehmet’in milliyetçiliği, on sekizinci yüzyılın sonlarında doğup Avrupa’yı kasıp kavuran milliyetçilikle pek de mukayese edilemez. Neticede Seyit Mehmet, nihilist öğeler taşıyan ve tüm ideolojileri reddedip, yalnızca vatana-insana hizmet temeline dayanan bir sistemin özlemindedir. Benzeri şeyi tüm ulus için tasavvur etmek, insan algılarını ve yaşamını bu uğurda feda edecek bir ideolojiyi savunmak ne kadar mantıklı olabilir?

Rütbesi Türk’ü ulusal özgürlükle alakalı gizli kapaklı anlamlar içeren bir eser olarak görmek aynı zamanda kahramanın siyasetle ilgilenmeme hususunda yaptığı beyanatlarla da çelişecektir. Daha da ötesi bu türden bir yorum eserin değerini azaltırken, daha ziyade bu tür yorumları yapan kişilerin kendi fikirlerinin baskın şekilde ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu da eserin ideoloji uğruna heba edilmesi manasına gelir.

Peki Rütbesi Türk’ü günümüzün koşullarıyla nasıl okuyabiliriz?

Rütbesi Türk, en ufak bir siyasi çözüm önermediği gibi geleceğe de herhangi bir siyasi pencere açmamakta, yalnızca tarihi dikkatli ve çeşitli biçimlerde okumanın nelere yol açacağını sergilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki dünyanın her yerinde siyasiler ve alt kademeleri Rütbesi Türk gibi kitaplar sayesinde, siyasi hırsla aldıkları birtakım kararların ileride nasıl sonuçlar doğuracağını ve gelecek nesiller tarafından ne şekilde algılanacağını anlamış oluyorlar. Bu da kitabın hedeflenmemiş olsa da sonradan ortaya çıkan faydalarından biri olarak görülmelidir.

Bu okuma biçimlerinin hepsi mümkündür elbette. Ama tüm bu yorumlar en önemli gerçeği gözden kaçırmamalıdır. O da Rütbesi Türk’ün aslında bir edebi eser olduğu gerçeğidir. Bu eserin temel amacı gerçekleri ortaya koyup, çeşitli siyasi polemikler yaratmak değildir aslında. Daha ziyade edebiyatın yapabileceği şeyleri, okuyucuyu etkilemeyi, hayatın çeşitliliğini, karmaşıklığını gözler önüne sermeyi, insanlıkla alakalı daha derin ve evrensel gerçekleri keşfetmeye çalışmayı, kendimizi ve dünya hakkındaki algılarımızın nasıl oluştuğunu betimlemeyi hedeflemektedir. Yazar metne açıkça sezilecek biçimde müdahale etmemiş aksine daha çok kurnazca biçimlendirdiği ipuçlarıyla, tuzaklarla, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi hakikati yalandan ayırmayı bize bırakmış. At gözlüğü takarak metni okuyan biri kitaptan tamamen fanatik bir siyasi hınç sonucu çıkarabilir. (Her dönem yaşanan siyasi hınçlara ne diyeceğiz o zaman?) Kötü niyetli bir okuma ile metnin cumhuriyetin ilk yıllarını karalamak için bulunmaz bir fırsat olduğunu da ileri sürebilirler. Ama bu da son derece riskli bir tutum olacaktır. Dikkatli okurlar Rütbesi Türk’ün aslında tüm bunlardan çok daha farklı yerde bulunduğunu hemen kavrar.

Her şeyden önce Rütbesi Türk, ideolojilerin hatta dogmatik öğeler taşıyan ideolojilerin eleştirisi olarak algılanmalıdır.

Aslında metinde Seyit Mehmet, uzun uzun hem dinine bağlı hem ülkesine, vatanına ve insanına bağlı, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya sarılmış olmasına rağmen alternatifler üzerinde durarak kendi yaşam deneyimlerini renklendirmiş hem de seküler anlayışı reddetmiştir. Lâkin bu pozitivist yaklaşım bir süre sonra hiper rasyonalizasyon seviyesine çıksa da aniden temelde zihninin derinliklerine işlemiş olan kader-tevekkül başlangıcına dönmesi kişiliğinin ve geçmişinin ona yüklediği misyondan sıyrılmasına engel olmuştur.

Hayli ilginçtir; yazar bir taraftan da Seyit Mehmet karakterinde (onun büyük bir ihtimalle asla kabullenmeyeceği ölçüde) karmaşa ve zayıflık görmemize de olanak verir. Örneğin zaman zaman onca başarısına ve inisiyatif almasına rağmen rütbe alamamasını kaderine boyun eğmiş ve kabullenmiş gibi gösterse de asla unutulmayacak bir hayal kırıklığı ve sebebini ortaya çıkarabilme hırsıyla dolu olabileceğine dair birtakım ifadeler okuruz. Sonra birdenbire kendisini bu amaçtan vazgeçmiş yalnız ve savunmasız hissettiğini görürüz. Bu da bize Seyit Mehmet’in iç dünyasındaki naifliğini, vatanı için mücadele eden bir kahramanın kendisi için mücadeleye girişemeyecek kadar içine kapanıklığını göstermektedir. Yazar, kendi şahsi meseleleri söz konusu olduğunda gerçek duygularını dışa vuramayan bir karakterle okuyucuyu kitabın içine katıp çözüm yolları aramasına da imkân tanımıştır.

Romanın ayrılan kısımları başlı başına bir roman havası vermektedir. Bu da okuyucuyu her yeni bölüme geçtiğinde olumlu olumsuz yeni bir sürpriz beklentisi içine sokmaktadır. Yazar bazı bölümlerde bu beklentiyi karşılarken, bazı bölümlerde belli yaş grubunu çocukluğuna, gençliğine götürecek dokunuşlarla tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Kitabı tarihi biyografiden romana evrilten de bu dokunuşlardır. Kahramanın özellikle çocukluk anılarını hayal ettiği bölümler tüm okuyucu kitlesinin ortak anısı haline dönüşmekte ve okuyanı direkt içine çekmektedir.

Romanın duygu bütünlüğü ne anlatılarak ne de diyaloglar yoluyla verilmiş, tam tersine ana karakterlerin sessiz tavırlarıyla sezdirilmek istenmiştir. Bu bazen duygularının neden olduğu tasvirlerle, istem dışı mimiklerle, bakışmalarla, kaş çatmalarla, vücut diliyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Kabul etmek gerekir ki böyle bir yöntem gerçeği kelimelerin ifade edebileceğinden daha güçlü biçimde ortaya koymuştur. Bu etkileyici duygu ifadeleri genelde çok az ama en etkili yerlerde kullanılmıştır. Bunun sebebi kısmen durumun son derece kısa sürede olup bitmesi kısmen de çok daha önemli hususların gündeme oturmasıdır. (Savaş ve çetelerle mücadele söz konusu olduğunda ideoloji, askerlik söz konusu olduğunda vazifeler, Seyit Mehmet söz konusu olduğundaysa mantık bu önemli hususları ifade eder.) Bu yüzden de tam olarak anlayamadığımız ancak sezer gibi olduğumuz duyguların ifadesi bıçakla kesilmişçesine son bulur. Ama tüm bu engellere rağmen roman hakikaten ifşa edildiği çok sayıda kırılma noktası içermektedir. Yazar, bu şekilde okuyucuyu sadece bir tek hikâyenin içinde kalmaktan kurtarır.  Felsefeyi bireyselcilik olarak kabul eden filozoflar dünya savaşları arasında bu türden dürüstlük anlarıyla ve insani ilişkilerin neden olduğu savunmasızlığı ilahi gücün tezahürü olarak görmeye eğilimliydi. Dogmatik dinlere ve sosyal bilimlerdeki benzeri yansımalarına (o zamanlar için bu Freud etkisindeki psikoloji ve Marksizm olarak nitelendirilebilir) tepki olarak bireyselciler insan kişiliğine biyolojik, sosyal ve tarihi açılardan yorumlar getirmek dışında konuyu psikoloji, ahlak ve maneviyat penceresinden de inceleme arzusunda oldular.

Özellikle Seyit Mehmet’in vazifesini kusursuzluğa ulaştırma maksadıyla verdiği mücadeleden de anlaşıldığı üzere Rütbesi Türk’ün temelde tekamüle ermiş bir insan modeli önerdiği anlaşılır. Kısacası Yazar’ı bu kitabı okuyup mutlaka bir ideolojiye yakın görmek gerekirse bu da bireyselcilik olacaktır. Bu düşünceler ışığında bakılınca eserin yıllar boyu eleştirmenleri şaşırtacağı ve üzerlerinde tartışmalar çıkmasına neden olacağı muhakkaktır.

Yazar, kendi görüşlerini ve bilhassa ilgilendiği konuları Seyit Mehmet ve diğer roman karakterlerine yedirerek ifade etme yolunu seçmiştir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kahramanın Mustafa Kemal Paşa’ya olan yoğun ilgi ve alakasını onun üzerinden kaleme alarak son derece ustaca o döneme yöneltilmesi muhtemel aşırı tepkilerin de önüne set çekmiştir. Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlık, dönem siyasetine bağlansa da kurucu güç kıvrak bir zekâ ile koruma altına alınmıştır.  

Yazar, dönem romanı yazmasına rağmen bugün kullanım dışı kalmış kelimelere yer vermemiştir. Hem genç okurların hem de önceki nesil okuyucuların anlayacağı şekilde bir dil tercih etmiş, ancak belgelerin çevirilerini Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dille yayınlayarak genç okurlara araştırma yapma imkânı tanımıştır. Kitabın önsözünden anlaşılacağı üzere Rütbesi Türk, çok farklı düzlemlerde okunabilecek gerçek bir eserdir. Çatalca ve Sarıkamış başta olmak üzere, çocukluk, gençlik ve sivil yaşantı içerisindeki birtakım hikayeler oldukça çarpıcıdır. Ancak yine de bunun bir kurgu eser olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır.

Okurun romanı bitirdiği zaman bir kez daha dönüp en başından okuma arzusu duyacağına eminim. Kanımca ister kurmaca olsun ister olmasın bir eserin bu şekilde tanımlanması onun gerçek gücünü göstermektedir.

(EDİTÖR)