ÇOK SAYIN MOLLA KASIM!….

Mevzuyu unutanlara hatırlatarak başlayalım…

Yunus Emre’nin hayatını okuyanlar, bize ulaşan şiirlerinde en önemli kırılma noktasının Molla Kasım olduğunu bilir.

Alimler Yunus Emre’yi “Hâl ehli” olarak kabul eder. Yunus’un aşkı ve bu aşkın coşkusu öylesine yüksektir ki, artık yazdığı her mısra ile kendinden geçmiş, adeta boyut değiştirmiş haldedir.

Kâl ehli, Yunus’un bu şiirlerinden, deyişlerinden rahatsızdır. Şeriata uygun bulmaz. Kendisini uyaran bu kişilere de “Aşkım galip geldi yüreğim harlar / Âşık olan arı namusu n’eyler / Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” dizeleriyle kırgınlığını, sitemlerini dile getirir… 

Yüreğinde gem vuramadığı ilahi aşka ve dizelerine yansıyan bu coşkusuna karşın her an bedel ödeyebileceğini de bilir. Geldiği nokta artık Hallac-ı Mansur’un kâl ehline kendini anlatamaması ve ölüm fermanını eline tutuşturmaları gibidir.

Yunus yine de içindeki “Deli Yunus”u susturamaz, susturmaz. İtikadını sorgulayanlara itibar etmez… Mevlâna’nın, “Önceden duysaydım, cilt cilt mesnevi yazmazdım” dediği, defalarca söyletip dinlediği ve kendinden geçtiği beytini yazarak artık kâl ehlinin tüylerini de diken diken eder.

“Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” sözleriyle, hâl ve kâl ehlini keskin bir çizgiyle ikiye böler. Artık geri dönülmez bir zirvenin en tepesindedir…

Belli ki, Ebusuud Efendi’nin, “Bu itikattan vazgeçmemesi halinde katli vaciptir” fetvasından hayatta olmamakla kurtulur. Hoş, o günlerde yaşasa da sözünden vazgeçmeyecektir ve kuşkusuz dar ağacına çekilecektir.

Yunus dergahından ayrılıp Hakkı arama yolculuğunda üç bin şiir yazmıştır. Adeta dünyaya sığamayan Yunus, Hak ile bütünleşmesini beyitlerine, deyişlerine şiirlerine sığdırmıştır. 

Kendisine karşı olan, eleştiren daha önemlisi anlamayan ve anlamamakta direnenlere de cevaplarını şiirleriyle vermiş, “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler” diye seslenmiştir. Kendi şer’i hükümleri ile Yunus’u dinden çıkmakla suçlayanlara karşı da susmamıştır; “Hakikat bir denizdir, şeriat gemisi / Çokları gemiden çıkıp dalmadılar” demiştir. Hatta daha da ileri gitmiş tüm bunlar için “Dört kitabı şerh eden asidir hakikatte / Zira tefsir okuyup manasını bilmediler” diye meydan okumuştur.

Gün gelir, kendisinden sonra da Yunus’un deyişleri ve şiirleri tekke erbabını ve hüküm sahiplerini rahatsız eder. Yunus’un şeriatlarına uyduramadıkları şiirlerini ayıklama görevi Molla Kasım’a verilir… Molla Kasım, kendi itikadi anlayışına göre Yunus’un şiirlerini gözden geçirmeye başlar.

Bin şiirini şeriata uygun değil diye ateşe atar… İkinci bin şiirini ise insanı dinden çıkarır gerekçeyle yırtıp suya atar… Nihayet elinde son bin şiir kalmıştır ve Molla Kasım’ı titreten o beyit karşısına çıkar…

“Derviş Yunus sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir!”

Molla Kasım pişmanlık duymuş mudur bilemeyiz. Artık bin şiir yakılıp meleklere, bin şiir suya atılıp balıklara teslim edilmiştir. Kalan bin şiirle görevini belki o an başlayan yürek yangını ile tamamlamıştır.

Meraklısına daha fazlası Yunus Emre’nin hayatında vardır.

Bizi ilgilendiren bugünün sayın Molla Kasımlarıdır…

Her makamdan, her mertebeden insanları kendi fikir, hüküm ve önceliklerine göre sîgaya çekmeye çalışan günümüzün modern Molla Kasımlarınadır…

Hiçbir ehliyeti, yetkisi ve etkisi olmadan “karşı olduklarına muhalif olmanın dayanılmaz cazibesine” kapılarak, seviyesine yüz adım bile yaklaşamayacakları insanları, itibarsızlaştırmak için klavye başında ortaya düşenleredir.

Kendi kendilerine verdikleri sıfatlar ile söz sahibi olduklarını, kanaat önderi kabul edildiklerini, akil yerine konulduklarını zanneden boş beleş kimlikleredir.

“Ben de varım, ben buradayım, beni de görün” çabası ile, değil yan yana gelmek gölgesinin bile seviyesine ulaşamayacakları insanlar için kendin çal, kendin oyna mahiyetinde yazıp çizenleredir.

Eline fazla gelen parmağını kullanacak yer bulamayıp önüne gelene sallama cehaletini ve cüretini gösterenleredir. 

Elbette bugün hiç kimse Yunus değildir… 

Görünür olan, herkesin kendi yapıp ettikleri, yazıp söyledikleri, kendi fikir dünyasının eserleri, icra makamındaysa günahıyla-sevabıyla kendi kararlarının hayata geçirilmiş halidir.

Bu şehir, birilerinin basit düzeyinden çok uzak, hiçbir karşılık beklemeden siyasi ve ticari ikbal peşinde olmadan düşünen, araştıran, yazan ve mesai sarf eden insanlarla doludur. 

Ve yine herkes bilinmelidir ki, hiç kimse Molla Kasım değildir!

Kim bir diğerini sîgaya çekme gayretinde ise, önce vicdanında kendisini sîgaya çekmelidir.

Unutulmamalıdır ki, kendini Molla Kasım zannedenleri de gün gelir bir başka Molla Kasım hizaya getirir!…

Pek çok sayın Molla Kasımlar…

Sağlıcakla kalın… 

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

CÜ’de “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşi

Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde düzenlenen “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşiye, Gazeteci&Yazar Aydın Deliktaş ile Gazetesi Kemal Çağlayan katıldı…

SİVAS (AA) – Cumhuriyet Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Gazeteciliğe giriş” konulu söyleşi düzenlendi.

Sivas Gazeteciler Cemiyeti Kurucu Başkanı Gazeteci-Yazar Aydın Deliktaş, İletişim Fakültesi Konferans Salonu’ndaki programda yaptığı konuşmada, gazeteciliğin çok kutsal bir meslek olduğunu ve fedakarlık gerektirdiğini söyledi.

Deliktaş, bu mesleğin daha çok usta çırak ilişkisiyle yapıldığını ifade ederek, iletişim fakültesi mezunlarının kendilerini yetiştirmelerinin çok önemli olduğunu söyledi.

Deliktaş, öğrencilerin her bir bilgi kırıntısı için hocalarını ve medya çalışanlarını zorlamalarını gerektiğini dile getirerek, “Gazetecilikte en önemli şeylerden biri de dile hakim olmak ve Türkçe’yi çok iyi kullanmaktır. İster yerel gazetede ister yaygın basında çalışın, sizde bakılacak ilk şey nasıl haber yazdığınız değil Türkçe’yi nasıl kullandığınızdır. Bunun için de bol bol kitap, dergi, gazete okuyun” dedi.

Gazeteci Kemal Çağlayan ise mesleğe girecek öğrencilere tavsiyelerde de bulunarak, dünya ve Türkiye’de ulusal ve yerel basının önemine değindi.

Basının dördüncü güç olduğunu ifade eden Çağlayan, “Gazeteler halkın sözcüsüdür. Yerel gazeteler kentin kültürüne sahip çıkarlar ve o yörenin bir parçasıdır. Yerel basın yerel yönetimlerin aynasıdır ve siyasi konularda halkı bilgilendirmektedir. Yerel basın ulusal basının can damarıdır ve yerel basına her zaman ihtiyaç vardır. Yerel basın olmasaydı ulusal basın Anadolu’daki haberlerden bihaber olabilirdi” diye konuştu.

Meslekte mektepli olmanın önemli olduğunu vurgulayan Çağlayan, yerel basının ve çalışanlarının sorunlarına da değindi.

Söyleşinin sonunda İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin Erol, Deliktaş ve Çağlayan’a teşekkür belgesi verdi.

(20.11.2014/AA)

Öksüz….

Hayat Ağacı Dergisi’nin “O sene bu sene” sloganıyla çıkardığı 38. sayıda yer alan yazım…

1992 yılıydı. Sivasspor üçüncü ligde can çekişiyordu ve kongre yapacaktı. Ortada ne “adayım” diyen iş adamı vardı, ne de sahip çıkan bürokrat. Yönetim divanda kalacak korkusu ile kongreyi yönetecek kimse bulunamıyordu. Divana yazılacağını anlayan STK başkanları aynı hızla kongre salonundan ayrılmışlardı.

O günlerde popüleritesi olmayan Sivasspor için elini taşın altına koyması gereken hiç kimse pazar gününü heba etmemişti. Salonda yöneticiler, üyeler, taraftarlar ve bazı gazeteci arkadaşlarımız vardı. Divan başkanlığına beni, kâtip üyeliklere de Ahmet Caniklioğlu ve Adnan Yüzbaşıoğlu’nu önerdiler; seçildik.

Kongre salonunu dolduran yiğidolar, üzgündü, mahsundu, suskundu.  Ne vali gelmişti, ne belediye başkanı ne de diğer il yöneticileri. Gündemi sırasıyla icra ettik. Yönetim ve denetim kurulları ibra edildi. Bütçe okundu, oylandı. Nihayetinde, seçim maddesine geldiğinde yönetime aday çıkmadı ve yönetim divanda kaldı.

Kongreyi yiğidoların üzgün bakışları arasında kapatıp, sırtımıza uzanan “Teşekkür ederiz” dokunuşları ile elimizde defterler ve kongre tutanakları evimizin yolunu tuttuk. Basın duayenimiz rahmetli Ahmet Turan Gürel, elimdeki kulüp defterlerine bakıp güldü; “Sivasspor öksüzdür” dedi. “Her öksüzün elinden mutlaka biri tutar. Merak etme!” diye ekledi.

Pazartesi sabah ilk işimiz Vali Ahmet Karabilgin’den ve Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ndan randevu istemek oldu. Vali bey kabul etti, Temel beyin özel kalemi geri dönmedi. Vali Ahmet Karabilgin, ilk görüşmemizde öfkeliydi. “İşadamının, yatırımcının ve Sivaslıların sahip çıkmadığı Sivasspor’a vali nasıl sahip çıkacak?” dedi. “Beni ilgilendirmez” demeye getirdi. Hedef olarak ta, Belediye Başkanını gösterdi. “Ona yakışır; Temel beye gidin” dedi.

Gittik. Durumdan haberdar olduğu için yoğun toplantıları sebebiyle fazla vakit ayıramadı! Daha “Sivasspor” der demez, “Ben yapamam, bana bunun için gelmeyin” dedi.

Öksüz Sivasspor’a sahip çıkmak Vali beyin üzerine kaldı. Bir hafta bekledik. Kulüpte de huzursuzluk başlamıştı. Oyuncusundan malzemecisine kadar herkes para bekliyordu. Transferlerin tamamlanmasına kısa bir süre kalmıştı.

İkinci haftaya girdiğimizde imdadımıza Hızır gibi bir iş adamı yetişti. Daha önce de iki kez başkanlık yapan Yılmaz Göktürk’ü, Vali Bey ikna etmişti. Biz heyecanlandık; Vali bey, “Gelin görüşelim” dedi. Koşa koşa gittim. “Şimdilik en uygun aday bu” dedi. Zaten, hem en uygun hem de tek adaydı.

İkinci haftanın sonu, kongreyi, kalabalık bir davetli ve coşkulu yiğidoların alkışları ile açtık. Protokol konuşmalarının ardından açık oylama ile seçimi tamamlayıp tüm evrakları Yılmaz Göktürk’e teslim ettim.

Bu Sivasspor’un ilk kez divanda kalışı değildi. Önceki kongrelerde de benzerleri yaşanmıştı. Kulüp yöneticileri ya rica minnet bulunmuş ya da bürokratlara teslim edilmişti.

O günden bugüne neredeyse otuz yıla yakın zaman geçti. Bu şehirde herkesin yüreğinde bazen kor bazen aleve dönüşen Sivasspor sevgisi hiç eksilmedi. Sivasspor bu şehrin adeta öksüz evladı gibi en küçük başarısı bile gözleri yaşartıp en çaresiz anları insanların yüreğini sızlattı.

Kulüp bazen valilerimizin, bazen belediye başkanlarımızın ya da bürokratlarımızın sahip çıkmasıyla yarım asrı geride bıraktı; felaketler yaşadı, şehitler verdi. Her valinin her belediye başkanının az ya da çok bir emeği katkısı oldu. Benim gazetecilik yıllarıma denk gelen dönemde Vali Lütfi Fikret Tuncel’in para yardımları, Vali Ahmet Karabilgin’in yönetim oluşturmak için gayretleri, Vali Aydın Güçlü’nün kulübü sabit bir gelire kavuşturabilmek için egzoz gazı ölçümünde zorunlu yardım pulu satmak gibi uygulamaları, Vali Lütfullah Bilgin’in ilk iş kulübe muhteşem bir tesis kazandırması ve bugünkü kurumsal yapısını oluşturması, diğerlerinin her maçta taraftar gibi destekleri unutulmaz hizmetler oldu. Rahmetli Osman Seçilmiş, belediye başkanlığının yanı sıra kulüp başkanlığını üstlenip belki de kendisinden hiç beklenmeyen bir performans ve özveri ile takıma şampiyonluk yaşattı.

Sivasspor şampiyonluk yolunda ilerlerken belki de en büyük kazancını bugün Vali Salih Ayhan önderliğinde alıyor. Vali bey, kendi sahasında oynadığı her maçında yüzlerce çocuğun hayatında iz bırakacak ve tüm Türkiye’ye örnek olacak bir projeye önderlik ediyor. Takımın gelecekteki taraftarları ve yöneticileri hatta oyuncuları bu muhteşem proje ile hazırlanmış oluyor.

Öksüz Sivasspor bugün emin ellerde ve gözümüz arkada değil. Biz yine başarılarıyla sevinmeye, yenilgileriyle hüzün yaşamaya devam ediyoruz. Yarım asrı geçen geçmişine rağmen O, şehrimizin en küçük çocuğu ve biliyoruz ki, her zaman ilgiye, alakaya muhtaç öksüzümüz…

Eminim bu şehir her daim elini uzatacak ve yanında yer almaya devam edecek.

Selamlarımla…

Hayat Ağacı Dergisinin özel sayısı yazarların katılımı ile tanıtıldı…
Sivas Valisi Salih Ayhan, dergiye yazılarıyla katkı veren yazarlara teşekkür etti….
Hayat Ağacı Dergisi’nin tanıtımına Sivas Belediye Başkanı Hilmi Bilgin de katıldı…

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ‘Rütbesi Türk’ kitabı yayımlandı

SİVAS, (DHA)- OSMANLI’nın son dönemi ile Türkiye’nin ilk kuruluş yıllarında yaşayan Sivaslı bir gazinin hayat hikayesinin konu alındığı ‘Rütbesi Türk’ isimli kitap yayımlandı. Gazeteci Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı kitapta, iki kez gazi olan Yüzbaşı Seyit Ahmet Öktem’in, emeklilik döneminde yaşadığı haksızlıklar anlatılıyor.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ilk kitabı olan ‘Rütbesi Türk’, bir gazinin hayatını belgelere dayalı olarak anlatıyor. Abide yayınlarından çıkan kitap ayrıca 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da paragraflar barındırıyor. Toplam 208 sayfadan oluşan kitapla ilgili bilgiler veren Gazeteci Aydın Deliktaş, çoğunluğu Sivas’ta geçmiş olan bir yaşam öyküsünü, objektif bir şekilde ve hikayeleştirerek kaleme aldığını söyledi. Askeri alanda önemli başarılara imza atan ve iki kez farklı savaşlarda gazi olan Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem’in yaşantısının emeklilik döneminde uğradığı haksızlıkları aile bireylerinin anlatımı ile kaleme aldığını belirten Deliktaş, “Kahramanımız Çatalca Savaşı’nda önemli bir inisiyatif almış, burada gazi olduktan sonra yüzbaşılığa kadar yükselmiş önemli bir asker. Sarıkamış harekâtında ise ayaklarının donması sonucu sol ayak parmakları kesilmesine rağmen, aynı rütbe ile görevini sürdürmüş bir kahraman. Ancak onun emekliliğinden vefatına kadar yaşadıkları son derece hazin. Cumhuriyete son derece bağlı bu gazimiz, uğradığı büyük haksızlıklarla tek başına mücadele etmesine rağmen, hukuken kazanamamış bir gazi. Aslında kitabın konularından tek bir tanesi bile başlı başına kitap yazılacak kadar değerli. Önsözde de belirttiğim gibi bu kitap, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşu” dedi.

Kitap çalışmalarına 2016 yılında başladığını ve 2017 yılında torunu Seyit Ayhan Öktem’in de aracılığı ile belge toplamaya başladığını belirten Gazeteci Deliktaş, “Bu kitapta benim kadar en az torununun da katkısı ve emeği var. Ayrıca hayatta olan kızı Sıddıka Öktem (Demirkol) Hanımefendi’nin hafızasında tazeliğini koruyan tüm anıları, bana ışık oldu ve yol gösterdi. Sayısız yazışmanın ardından bize ulaşan resmî belgelerin büyük çoğunluğu Osmanlıca olduğu için bu konuda da imdadımıza Prof. Dr. Recep Toparlı yetişti ve Türkçe’ye çevirdi. En önemli desteklerden birini de Sayın Ahmet Necip Günaydın’dan gördüm. Onlara ve destek olan herkese teşekkür ediyorum. Kitap gerek anlatımımız, gerekse belgelerimiz ile bir döneme ışık tutacağı gibi Milli Mücadele’nin unutulup gitmiş sayısız kahramanının hayatlarının ne kadar araştırmaya değer olduğunu da gözler önüne serecektir” diye konuştu.

Gazeteci Deliktaş, çok farklı bir konuda yine Sivas’ta yüz yıl önce yaşanmış bir hadiseyi anlatacağı ikinci kitabının hazırlıklarına başladığını da ifade etti.

Aydın Deliktaş Ve “Rütbesi Türk”

Ahmet Özdemir
Gazeteci&Yazar

Aşık Veysel, “Muhabbetin canda haslardan hastır /  Avutur Veysel’i bir şen piyestir /  Türk adı babamdan bana mirastır /  Daha bundan başka adı neyleyim” diyor. Bir başka şiirinde inanışını pekiştiriyor: “Dünya geniş olsun ister dar olsun / Yeter ki kalbimde iman var olsun / Her zaman milletim bahtiyar olsun / Rütbemle, mesnedim bana kâfidir…”

İlk okul yıllarımda sinema ile ilk tanıştığımda seyrettiğim filmim adı “Meçhul Kahramanlar”dı. Ayhan Işık’ı, Sezer Sezin’i, Turan Seyfioğlu’nu ve Hulusi Kentmen’i ilk kez o zaman perdede görmüştüm. Ayhan Işık ve Turan Seyfioğlu yüzbaşıydı. Sezer Sezin Ayşe diğer adıyla Zafer Yıldızı’ydı. Ayhan Işık’ın ihanet içindeki Turan Seyfioğlu’nun (Şarkışla anlatısıyla) “duluğuna duluğuna çakışı” sahnesini unutmamışım.

Bu girişten sonra sözü sevgili meslektaşım, hemşerim Aydın Deliktaş’ın “Rütbesi Türk” adlı kitabına getireyim. “Rütbesi Türk” bir belgesel ya da biyografik roman. Kitabın artı değeri usta bir gazetecinin röportaj tadındaki ana temayı doğrulayan belge ve fotoğraf eklentileri olmuş.

Romanın kahramanı, Cumhuriyet’e giden yolun meçhul değil meçhule ve haksızlığa terk edilmiş Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem. Aydın Deliktaş, kahramanımızın zaman zaman coşkuya sürükleyen, zaman zaman içler burkan hayat hikayesini anlatmış. Özellikle emeklilik döneminde uğradığı haksızlıklar, okurken bizi de isyana sürüklüyor.

O, Orhan Şaik’in dediği gibi “Huduttan hududa yol bulup, cepheden cepheye koşanlar”dan biri. Bu vatanın sahib-i aslisi. İsmet İnönü’nün öğrencilik arkadaşı.  Çatalca Savaş’ında gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle yüzbaşılığa yükselmiş, garptan şark cephelerine koşmuş Sarıkamış harekâtına katılmış. Binlerce donarak şehit olanlar arasında ayaklarının donması sonucu parmakları kesilmiş. Buna rağmen cephe ve cephe gerisi hizmetlerini sürdürmüş bir kahraman. Hayır, bir İstiklâl Madalyası bile verilmeyen meçhul kahraman.

“Rütbesi Türk”, sözünü ettiğim gazi Seyit Mehmet Öktem’in  hayatı üzerinden yaşanan tarihi olayları anlatıyor. Ayrıca iki savaşta gazi olmasına rağmen bir yüzbaşının siyasetin amansız dişlileri arasında un ufak edilişini konu alıyor. Alanında az sayıda örneği olan ve bir gazinin tüm hayatını belgelere dayalı olarak dile getiren bu kitap, 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da realist paragraflar da içeriyor.

Destanlarda dile geldiği gibi bir Türk’ün vatanın kara günler göre göre, cesetten ağ öre öre, kara barut ile dolma tüfekle topa karşı dura dura, ilaçsız, doktorsuz, kendi yarasını gömlek yırtıp, sara sara kurtarması bir kutsal görevdi. Ama, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan memleket evladı Seyit Mehmet’in yaşadığı haksızlıklara, çektiği sefalete rağmen hem askeri hem idari ve hem de adli makamların ilgisizliği, bigâneliği reva değildi.

İsyan edilesi bu dramı Aydın Deliktaş, yalın dil ve akıcı anlatımla bizlere aktarıyor. Üslup berraklığının içinde yukarıda söz ettiğimiz gibi 1893 yılından 1942 yılına kadar geçen zaman diliminin tarihini, sosyal ve toplumsal yapısını ağır ve sıkıcı olmadan yansıtıyor. Kahramanımızın yaşadığı kentin sosyal hayatını, iklimini çok iyi bilen gözlemci yazar olarak geçmiş yıllara empatiler yaparak adeta beyaz perdede gözlerimizin önüne getiriyor. 

Aydın Deliktaş’ın kitabın önsözünde yazdığı görüşler önemli: “…Sıradan bir insanın bir ülkenin tarihine etkisini gösterebilmesi bakımından bu yakın tarih çalışması ülkemiz gençlerine yollarının siyasi ve askeri olarak kesişebileceği mevkilerdeki insanların hikayeleri kadar değerli olabildiğini hatırlatacaktır. Yüreği ülkesi için atan her vatandaşın hikayesi değerlidir. Türk olmak ve memleketimizin istikbali için bir tuğla koymak başkaları tarafından taltif edilmekten önemlidir. Tarih, zamanı geldiğinde ülkemiz için yapılan her faydalı işin hakkını sahibine teslim edecektir. Bu çalışma Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşudur.”

Rütbesi Türk özellikle gençlerimizin okuması gerekir ki, Türklüğün ve vatanın değerini bilip yarınlara taşısınlar.

Aydın Deliktaş’ın araştırmalarına katkı veren danışmanlık yapan Öktem ailesinin fertleriyle birlikte Prof. Dr. Sayın Recep Toparlı’ya, Ahmet Necip Günaydın’a teşekkürü var. Kitabın okuru olarak bizimde teşekkür etmek görevimiz olsa gerek.

Okunmaya değer bir eser

Rukiye TOY
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

Aydın ağabeyi Sivas Radyo Televizyonun da program yaptığım günlerden tanırım (belki kendisi bilmez 🙂 ) asıl tanışıklığımız ise “İl İnsan Hakları Kurulu”nda görev aldığımız zamana denk gelir.

Gazeteci kimliğinin yanı sıra şehrin ve ülkenin sorunlarını dert edinen, çözümü için çabalayan, fikirleriyle katkıda bulunan Sivas için önemli bir isim Aydın Deliktaş.

“Rütbesi Türk” isimli romanı gözlerim dolarak, içim sızlayarak bir solukta okudum. Özellikle “Sarıkamış” bölümünü okurken duygulanmamak mümkün değil.  

Sivas’ın sokaklarını, adetlerini, komşuluğunu o kadar güzel anlatmış ki, adeta o günlere gidiyorsunuz. O zamanın cefakar ve fedakar Sivas insanına minnet ve şükran duyuyorsunuz.

Sivas’lı Sarıkamış Gazisi Seyit Mehmet Öktem’in gerçek hayat hikayesi, yaşadığı zor günler, katıldığı savaşlar, emekliliğinde uğradığı büyük haksızlık mutlaka okunmalı..

Kitabın bir diğer özelliği o günleri adeta bir tarih kitabı gibi gerçek ve objektif bir şekilde anlatıyor.

“Gazi Seyit Mehmet’e iade-i itibar gibi hissettiğim “Rütbesi Türk” okunmaya değer ..

Emeğinize kaleminize sağlık Sayın Aydın Deliktaş… 🙏

Kaleminizin mürekkebi kurumasın devamı gelsin inşallah… 😊

Rütbesi Yazar

Erdoğan DURSUN
Felsefe grubu öğretmeni

Ercüment Damalı, Rıfat Öçten, Şevki Ecevit, gibi siyasi kimliklerinin yanı sıra entellektüel kişiliklerini ortaya koydukları Hakikat Gazetesinin 1949 yılı arşivinden “42 Yıl Önce Hakikat” diye bir başlığa araştırma yapmamı istediğinde Rahmetli Ahmet Turan Gürel benim için muhteşem bir deneyim olmuştu. Sedat Veyis Örnek, Eflatun Cem Güney, Ahmet Göze gibi yazarları ortaya koydukları düşünceleri, analizleri görmüş FİKRİYATI YÜKSEK SİVAS izlenimi bende yer etmiş “Şimdi yeni yazarlar çıkar mı diye” ah vah etmiştim. O gazeteden çıktı o yazar Aydın DELİKTAŞ.

Rütbesi Türk’ün yazımı sonrasında baskıya girmeden bazı bölümlerini görmüş düşüncelerimi söylemiştim.

Şimdi öyle “Bir solukta okunacak kitap” gibisinden süslü püslü sözler söylemeyeceğim.Kitabı alıp okuduğunuzda şunun farkına varacaksınız; Tarihin tadını almak. Nedir tarihin tadını almak derseniz; ” Tarih kronolojik sıralama değil felsefesini yapmak demektir”. Aydında bunu yapmış. Okuyucuya analiz ve hayal etme fırsatını vermiş. Dramaturjik ögeleri sağlam. Kitabı okurken hayal edin ve filminizin yada oyununuzun yönetmeni olun keyif alın.

Bu kitap O’nun ilk romanı. Aydın Deliktaş ı tanımayanlar için merak edilecek bir kişilik. Bizden sonraki nesilden gelen genç gazeteci arkadaşlarımıza iyi bir örnek. Kendini yıllar içinde yetiştirip bir basın mensubunun muhalif tutumunun aslında kendine muhalif olarak kendini yetiştirmenin örneği olduğunu görmek gerek. Aydın sadece bir gazeteci değil artık bazılarının kendine söylettirdikleri GAZETECİ YAZAR.

Kısacası RÜTBESİ YAZAR hemde Gazeteci Yazar. Okurun çok olsun sevgili arkadaşım.
Bu arada kitabın yayıncısı Doğan YaşarDoğan’ı da tebrik etmeden geçemeyeceğim.

Hayal gücü yüksek okumayı sevenler için kesinlikle öneririm.

TARİHİ ROMAN MI EDEBİ ESER Mİ?

Her şeyden önce Rütbesi Türk kolayca okunan, hayal gücünün, heyecanın, hepimizce çok rahatlıkla anlaşılabilecek karakterlerin ve bu karakterlerin hayallerinin, kusurlarının büyük bir başarıyla anlatıldığı bir eserdir.

Yazar’ın kitaptaki en büyük başarısı hikâye anlatıcısı olarak ortadan kaybolmayı başarıp, hikâyeyi karakterlerinin sürdürmesine olanak vermesinde gizlidir. Okura hangi karakterin hareketlerinin onaylanması hangilerinin yerilmesi hususlarında yol gösteren herhangi bir otoriter ses yoktur. Okur roman boyunca kendi yolunu kendi bulmalı, şaşırmalı, karmakarışık duygularla boğuşmalıdır. Muhtemelen yazar, zaten böyle objektif bir eser yazmayı planlamıştır. Edebiyat tarihçileri ve yakın tarihçiler muhtemelen Rütbesi Türk’ü daha iyi anlayabilmek maksadıyla yazarın biyografisiyle, kişiliğiyle ve diğer eserleriyle ilgili araştırmada bulunmaya çalışacaklardır. Ancak, bu kitapta yazarın hayatı gizli kalmıştır. Yazarın henüz başka eseri olmaması nedeniyle kitabın sayısız farklı yorumu eserin değerini sürekli korumasına yol açacağı muhakkaktır.

Kitapla ilgili en basit açıklama romanın Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında geçtiğini ifade etmek olacaktır. Okur hikâyeye bu noktadan girerse, tarihi arka planı kavrar, olayların gelişimini, Türk insanının yabancı işgalcilere ve örgütlü-örgütsüz mücadeleye karşı nasıl bir tutum geliştirdiklerini görür. Bu noktada yazarın gücü hikâyeyi hem içe işleyecek hem de güçlü kişilikler üzerine bina edecek şekilde yazmasında saklıdır. Yazarın arka planı büyük başarıyla çizmesi okurda sanki o an gerçekleşmekte olan bir hikâyeyi okuduğu izlenimi uyandırmaktadır. Kitabı ikinci kez okunduğundaysa yazarın yaşadığı yöre, bir takım kültürel farklılıklarıyla ön plana çıkar.

Romandaki ana karakterler gerçek kişiler olsa da tali karakterler de sanki gerçek hayattan bire bir kopyalanmış gibi gözükmektedir. Örneğin üsteğmenken dostluk kurduğu yakın arkadaşı Kenan, sağ kolu ve emir eri Ramazan, Hallaç Hıdır, sivil hayatta kendine edindiği asker emeklisi arkadaşlar, muhatap olduğu taş ustası ve hafız gibi karakterler gerçekte yaşamış gibi bir izlenim vermektedir.  Tüm tarihi olayların roman kahramanı tarafından yorumlanmış olması, yazarı da bu tarihi süreç karşısında kitaptan çıkarmış ve objektif bir duruma getirmiştir. Tartışmalı tarihi konularda yazar, kararı okuyucuya bırakmayı da başarmıştır. Örneğin romanda Ermeni Tehciri konusunda günümüzde de geçerli olan iki görüş baskın bir şekilde ortaya konulmuştur. Roman kahramanının askeri bir kişilik olması sebebiyle o cepheden bakışla tehcirin gerekliliği, babasının bakış açısı ile de sivil insanların tehcire bakışı net şekilde anlatılmıştır. Yazar, başarılı bir şekilde taraf olmaktan çıkmış ve yorumu aynı başarıyla okuyucuya bırakmıştır. Benzer başarılı uygulama, Çatalca Savaşı ve Sarıkamış Harekâtında da satır aralarında görülmektedir. Roman kahramanının hiyerarşik yapısı birçok açıdan tam bir askeri disiplini ifade etse de zaman zaman inisiyatifler alması ve kendinden beklenmeyecek çıkışlar yapması alınan birtakım kararların yanlışlığına yine aynı disiplin içinde göndermeler barındırmaktadır.

Roman kahramanı geleneklere son derece bağlı bir karakter çizmiş olmasına rağmen özellikle karşıt görüşleri etkileme biçimi hem o dönemin hem de bugünün aydın kesimin propaganda biçimini andırır. Felsefi bir arka planı olan dönem kahramanlarına yapılan göndermelerde daha ziyade Seyit Mehmet’in iç dünyasını betimlediği yerlerde sezilmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığın da şu yorum da yapılabilir; Rütbesi Türk, önceleri Osmanlı’yı hemen ardından da genç cumhuriyeti tehdit eden rejim karşıtlarına karşı önce bir askerin sonrasında bir sivilin aynı ruhla bir cevabı olarak algılanması biçimindedir.

Bu yoruma göre Seyit Mehmet, önceleri üniformasının verdiği görev ve yetkileri en üst seviyede yerine getiriyor gibi gözükmesine rağmen temelde bağlılığının vatan, bayrak ve din olduğu telakki edilebilir.

Diğer taraftan Rütbesi Türk’ü bir Türk milliyetçiliğinin etkisi altında yazılmış olarak kabul etmek belki de çok basit bir yaklaşım olacaktır. Seyit Mehmet’in milliyetçiliği, on sekizinci yüzyılın sonlarında doğup Avrupa’yı kasıp kavuran milliyetçilikle pek de mukayese edilemez. Neticede Seyit Mehmet, nihilist öğeler taşıyan ve tüm ideolojileri reddedip, yalnızca vatana-insana hizmet temeline dayanan bir sistemin özlemindedir. Benzeri şeyi tüm ulus için tasavvur etmek, insan algılarını ve yaşamını bu uğurda feda edecek bir ideolojiyi savunmak ne kadar mantıklı olabilir?

Rütbesi Türk’ü ulusal özgürlükle alakalı gizli kapaklı anlamlar içeren bir eser olarak görmek aynı zamanda kahramanın siyasetle ilgilenmeme hususunda yaptığı beyanatlarla da çelişecektir. Daha da ötesi bu türden bir yorum eserin değerini azaltırken, daha ziyade bu tür yorumları yapan kişilerin kendi fikirlerinin baskın şekilde ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu da eserin ideoloji uğruna heba edilmesi manasına gelir.

Peki Rütbesi Türk’ü günümüzün koşullarıyla nasıl okuyabiliriz?

Rütbesi Türk, en ufak bir siyasi çözüm önermediği gibi geleceğe de herhangi bir siyasi pencere açmamakta, yalnızca tarihi dikkatli ve çeşitli biçimlerde okumanın nelere yol açacağını sergilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki dünyanın her yerinde siyasiler ve alt kademeleri Rütbesi Türk gibi kitaplar sayesinde, siyasi hırsla aldıkları birtakım kararların ileride nasıl sonuçlar doğuracağını ve gelecek nesiller tarafından ne şekilde algılanacağını anlamış oluyorlar. Bu da kitabın hedeflenmemiş olsa da sonradan ortaya çıkan faydalarından biri olarak görülmelidir.

Bu okuma biçimlerinin hepsi mümkündür elbette. Ama tüm bu yorumlar en önemli gerçeği gözden kaçırmamalıdır. O da Rütbesi Türk’ün aslında bir edebi eser olduğu gerçeğidir. Bu eserin temel amacı gerçekleri ortaya koyup, çeşitli siyasi polemikler yaratmak değildir aslında. Daha ziyade edebiyatın yapabileceği şeyleri, okuyucuyu etkilemeyi, hayatın çeşitliliğini, karmaşıklığını gözler önüne sermeyi, insanlıkla alakalı daha derin ve evrensel gerçekleri keşfetmeye çalışmayı, kendimizi ve dünya hakkındaki algılarımızın nasıl oluştuğunu betimlemeyi hedeflemektedir. Yazar metne açıkça sezilecek biçimde müdahale etmemiş aksine daha çok kurnazca biçimlendirdiği ipuçlarıyla, tuzaklarla, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi hakikati yalandan ayırmayı bize bırakmış. At gözlüğü takarak metni okuyan biri kitaptan tamamen fanatik bir siyasi hınç sonucu çıkarabilir. (Her dönem yaşanan siyasi hınçlara ne diyeceğiz o zaman?) Kötü niyetli bir okuma ile metnin cumhuriyetin ilk yıllarını karalamak için bulunmaz bir fırsat olduğunu da ileri sürebilirler. Ama bu da son derece riskli bir tutum olacaktır. Dikkatli okurlar Rütbesi Türk’ün aslında tüm bunlardan çok daha farklı yerde bulunduğunu hemen kavrar.

Her şeyden önce Rütbesi Türk, ideolojilerin hatta dogmatik öğeler taşıyan ideolojilerin eleştirisi olarak algılanmalıdır.

Aslında metinde Seyit Mehmet, uzun uzun hem dinine bağlı hem ülkesine, vatanına ve insanına bağlı, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya sarılmış olmasına rağmen alternatifler üzerinde durarak kendi yaşam deneyimlerini renklendirmiş hem de seküler anlayışı reddetmiştir. Lâkin bu pozitivist yaklaşım bir süre sonra hiper rasyonalizasyon seviyesine çıksa da aniden temelde zihninin derinliklerine işlemiş olan kader-tevekkül başlangıcına dönmesi kişiliğinin ve geçmişinin ona yüklediği misyondan sıyrılmasına engel olmuştur.

Hayli ilginçtir; yazar bir taraftan da Seyit Mehmet karakterinde (onun büyük bir ihtimalle asla kabullenmeyeceği ölçüde) karmaşa ve zayıflık görmemize de olanak verir. Örneğin zaman zaman onca başarısına ve inisiyatif almasına rağmen rütbe alamamasını kaderine boyun eğmiş ve kabullenmiş gibi gösterse de asla unutulmayacak bir hayal kırıklığı ve sebebini ortaya çıkarabilme hırsıyla dolu olabileceğine dair birtakım ifadeler okuruz. Sonra birdenbire kendisini bu amaçtan vazgeçmiş yalnız ve savunmasız hissettiğini görürüz. Bu da bize Seyit Mehmet’in iç dünyasındaki naifliğini, vatanı için mücadele eden bir kahramanın kendisi için mücadeleye girişemeyecek kadar içine kapanıklığını göstermektedir. Yazar, kendi şahsi meseleleri söz konusu olduğunda gerçek duygularını dışa vuramayan bir karakterle okuyucuyu kitabın içine katıp çözüm yolları aramasına da imkân tanımıştır.

Romanın ayrılan kısımları başlı başına bir roman havası vermektedir. Bu da okuyucuyu her yeni bölüme geçtiğinde olumlu olumsuz yeni bir sürpriz beklentisi içine sokmaktadır. Yazar bazı bölümlerde bu beklentiyi karşılarken, bazı bölümlerde belli yaş grubunu çocukluğuna, gençliğine götürecek dokunuşlarla tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Kitabı tarihi biyografiden romana evrilten de bu dokunuşlardır. Kahramanın özellikle çocukluk anılarını hayal ettiği bölümler tüm okuyucu kitlesinin ortak anısı haline dönüşmekte ve okuyanı direkt içine çekmektedir.

Romanın duygu bütünlüğü ne anlatılarak ne de diyaloglar yoluyla verilmiş, tam tersine ana karakterlerin sessiz tavırlarıyla sezdirilmek istenmiştir. Bu bazen duygularının neden olduğu tasvirlerle, istem dışı mimiklerle, bakışmalarla, kaş çatmalarla, vücut diliyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Kabul etmek gerekir ki böyle bir yöntem gerçeği kelimelerin ifade edebileceğinden daha güçlü biçimde ortaya koymuştur. Bu etkileyici duygu ifadeleri genelde çok az ama en etkili yerlerde kullanılmıştır. Bunun sebebi kısmen durumun son derece kısa sürede olup bitmesi kısmen de çok daha önemli hususların gündeme oturmasıdır. (Savaş ve çetelerle mücadele söz konusu olduğunda ideoloji, askerlik söz konusu olduğunda vazifeler, Seyit Mehmet söz konusu olduğundaysa mantık bu önemli hususları ifade eder.) Bu yüzden de tam olarak anlayamadığımız ancak sezer gibi olduğumuz duyguların ifadesi bıçakla kesilmişçesine son bulur. Ama tüm bu engellere rağmen roman hakikaten ifşa edildiği çok sayıda kırılma noktası içermektedir. Yazar, bu şekilde okuyucuyu sadece bir tek hikâyenin içinde kalmaktan kurtarır.  Felsefeyi bireyselcilik olarak kabul eden filozoflar dünya savaşları arasında bu türden dürüstlük anlarıyla ve insani ilişkilerin neden olduğu savunmasızlığı ilahi gücün tezahürü olarak görmeye eğilimliydi. Dogmatik dinlere ve sosyal bilimlerdeki benzeri yansımalarına (o zamanlar için bu Freud etkisindeki psikoloji ve Marksizm olarak nitelendirilebilir) tepki olarak bireyselciler insan kişiliğine biyolojik, sosyal ve tarihi açılardan yorumlar getirmek dışında konuyu psikoloji, ahlak ve maneviyat penceresinden de inceleme arzusunda oldular.

Özellikle Seyit Mehmet’in vazifesini kusursuzluğa ulaştırma maksadıyla verdiği mücadeleden de anlaşıldığı üzere Rütbesi Türk’ün temelde tekamüle ermiş bir insan modeli önerdiği anlaşılır. Kısacası Yazar’ı bu kitabı okuyup mutlaka bir ideolojiye yakın görmek gerekirse bu da bireyselcilik olacaktır. Bu düşünceler ışığında bakılınca eserin yıllar boyu eleştirmenleri şaşırtacağı ve üzerlerinde tartışmalar çıkmasına neden olacağı muhakkaktır.

Yazar, kendi görüşlerini ve bilhassa ilgilendiği konuları Seyit Mehmet ve diğer roman karakterlerine yedirerek ifade etme yolunu seçmiştir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kahramanın Mustafa Kemal Paşa’ya olan yoğun ilgi ve alakasını onun üzerinden kaleme alarak son derece ustaca o döneme yöneltilmesi muhtemel aşırı tepkilerin de önüne set çekmiştir. Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlık, dönem siyasetine bağlansa da kurucu güç kıvrak bir zekâ ile koruma altına alınmıştır.  

Yazar, dönem romanı yazmasına rağmen bugün kullanım dışı kalmış kelimelere yer vermemiştir. Hem genç okurların hem de önceki nesil okuyucuların anlayacağı şekilde bir dil tercih etmiş, ancak belgelerin çevirilerini Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dille yayınlayarak genç okurlara araştırma yapma imkânı tanımıştır. Kitabın önsözünden anlaşılacağı üzere Rütbesi Türk, çok farklı düzlemlerde okunabilecek gerçek bir eserdir. Çatalca ve Sarıkamış başta olmak üzere, çocukluk, gençlik ve sivil yaşantı içerisindeki birtakım hikayeler oldukça çarpıcıdır. Ancak yine de bunun bir kurgu eser olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır.

Okurun romanı bitirdiği zaman bir kez daha dönüp en başından okuma arzusu duyacağına eminim. Kanımca ister kurmaca olsun ister olmasın bir eserin bu şekilde tanımlanması onun gerçek gücünü göstermektedir.

(EDİTÖR)