Sükûnet…

Yüreğimiz daha çok yanacak; içimiz kan ağlayacak, analar karalar bağlamaya devam edecek, millet olarak topyekûn yas tutacağız.

Fidanlarımız toprağın kara bağrına düşecek; geriden gelenler bir an olsun tereddüt etmeden, anlık ta olsa gözünü kırpmadan ateşin ortasına girecek.

Evladını hayata hazırlayanlar bir gün bile ye’se düşmeyecek; herkes çocuğunu önce vatan için hazırladığını unutmayacak.

Kimse vatan olmanın, bayrak altında yaşamanın bedelsiz olduğunu düşünme gafletine düşmeyecek; herkes tek gözü açık uyumaya devam edecek.

Ne bir mesaj, ne bir karşı hamle, ne karşı tarafın geri adımı bizi rehavete sevk etmeyecek; herkes kimden nasıl ve ne zaman hesap soracağını bilecek.

Herkes gözyaşlarını dışına değil, içine akıtmaya devam edecek; kan kusanlar, kızılcık şerbeti içtik diyecek, gözyaşını dışa taşırmanın bile zaafa düşmek olduğunu kimse unutmayacak.

Tüm cenahlar, kol kola olması gereken günlerde, parça parça görüntü vermeyecek; kimse yüreğinin acısını siyasetten çıkarmak gibi bir yanlışa düşmeyecek, bağırıp çağırmayacak; ve hatta sokakta kimse karşısındakine dik dik bakmayacak.

Kimse muhatabının sokaklarda olmadığını; hele komşusu, arkadaşı, eşi ve dostunun olmadığını hiç ama hiç unutmayacak. Büyük küçük kimse gaza gelmeyecek, gaz vermeyecek.

Bu millet yine, yediğimiz her merminin bizi düşüreceğini değil, dimdik ayakta durmamızı sağladığını cümle âleme gösterecek; herkes yıkılmaya başladığımız anın sükûnetimizi kaybettiğimiz an olduğunu aklının bir değil her köşesinden çıkarmayacak.

Onlar kanımızı içerken kimse sağduyusunu kaybedip “Şerefe” demelerine izin vermeyecek; onlara benzeyip kalleş olacak kadar kansız olmadığımızı herkes ispat edecek.

Biz bu sınavı geçeceğiz; değil otuz, yüz otuz yıl daha sürse biz bu sınavda sınıfta kalmayacağız; bu toprakları bize vatan olarak bırakanların kemiklerini sızlatmayacağız.

Toprağın kara bağrında yatan binlerce vatan evladının, yüzünü kara çıkarmayacağız; bayrağı, sancağı, toprağı bize emanet eden atalarımız için “Boşa ölmüşler” dedirtmeyeceğiz. 

Herkes oynanan oyunun farkına varacak; önce şehit haberi ardından özerklik ilanı gibi kışkırtmalara kimse kulak asmayacak, abuk sabuk yorumlara bakıp kimse galeyana gelme belirtisi göstermeyecek.

“Analar ağlamasın” diyenlere kulak asmayanlar, dönüp “Hani analar ağlamayacaktı?” diye soranlara da kulak asmayacak; hiçbir güç bize bunu sokakta sorduramayacak.

Tabii ki, analar ağlayacak; kimse şunu unutmayacak; bu topraklar vatansa, ağlayan analar hep olacak; bu vatan kutsalsa, kara bağrında şehitleri yatırmaya devam edecek.

Öyle ya da böyle, o ya da bu şekilde, herkes bilecek ki, bu bir savaş! Adı olsa da savaş, olmasa da savaş!

Ama herkes bilecek, bu savaşın bu tarafında siviller olmayacak; kimse durumdan vazife çıkarma pozlarına girmeyecek, kimse bu pozlara girenlere de aldırış etmeyecek.

Bizim sahip olduğumuz bir bayrak, sahip olduğumuz bir devlet varsa; devlet kendi işini yapacak, millet devletinin arkasında durup kendi işine gücüne bakacak.

Herkes kendine gelsin! İlk defa şehit vermiyoruz; son şehitlerimiz de olmayacak.

Sakin olun!

(16 Temmuz 2011/Hakikat Gazetesi)

Karartma!

O gün, “Bu işte terör örgütünün parmağı olduğu açık, işin içinde karanlık güçler var” dediğimizde, kimse dinlemiyordu; hoş bugün de dinlemiyorlar.

Emniyet, Sivas olaylarına karışan 4 teröristi tespit ettiğini açıkladı; kimse tınmadı. Özal Harp Dairesi mensubu olduğunu öne süren firari bir üsteğmen, olayları kendilerinin çıkardığını söyledi, kimse ilgilenmedi.

Sadece bir gazetede iki sütuna birkaç satırlık haber oldu. Ne üstünde duran oldu, ne de oturup tartışan.

Şimdi de, o gün olaylar üzerinde derin bir karartma uygulayan İstanbul basınının bazı yazarları!, “Biz yanlış yaptık, Aziz Nesin’i boş yere eleştirdik, özür dileriz” gibi anlamsız bir telaşın içindeler.

Devletin bir takım birimleri “Sivaslılar suçsuzmuş” dedikçe, bazı yazarlar da, aksi yönde gardlarını almaya başladı. O gün “Tahrik etti” dedikleri Aziz Nesin için bugün “Tahrik etmemiş” diyorlar.

Türkiye ne çekiyorsa, hedef saptırmanın en alasını dayatan İstanbul basınının bu tavrından çekiyor.

18 yıl önce o gazetelerin attıkları manşetleri kimse unutmadı. Biz PKK’yı işaret ederken, onlar bol bol “Yobaz” manşetleri attı. Kimi “Şeriat ayaklanması” dedi, kimi “Yobazlar, aydınları yaktı” diye yazdı.

Devletin Valisinin “Git konuş” diye ikna ettiği dönemin Belediye Başkanına bile “Kalabalığı tahrik etti” diye yazıp görevden aldırdılar. Hem de sahte fotoğraf yayımlayarak.

İstanbul basınının karatma operasyonu ile devletin ilgili birimlerinin kafası karıştırıldı; o gün araştırılması gereken hiçbir şey araştırılmadı. Bugün bile enine boyuna bir araştırmayı engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Çünkü bunlar, kaosla besleniyorlar; suçlayarak, saptırarak ayakta duruyorlar. Taa, Cumhuriyet öncesinden beri böyleler. Ülke işgal edilirken Sarayın gözünü boyayan, gerçekleri karartanlar da bunlar.

Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında, karşı çıkanlar, saraydan ve mandadan yana tavır alanda bunlar, Cumhuriyeti ilk kutlayıp, sözde sahip çıkanlar da…

İnönü’yü karalayıp, Menderes’in yanında olanlar, Menderes asıldığında göbek atıp, ertesi gün İnönü’nün yanında saf tutanlar…  

Demirel gelince, Ecevit yanlısı olanlarla, asker gelince esas duruşa geçenler de hep aynı karartmayı uygulayanlar…

10 yıl önce Başbakan hakkında yazılanlara bakın, bugün yazılanlara… İsimleri aynı, kalemleri aynı, yazdıkları farklı…

Mustafa Kemal’e bile Sivas’ta gazete çıkarttırıp başyazı yazmaya zorlayanlar da bunlar. Çünkü, kaypak zeminde güreş tutuyorlar.

Nitekim, Mustafa Kemal İzmir’i tekrar alıp yabancı basın mensupları ile sohbet ederken; Türk basınının tavrıyla ilgili sorulara muhatap oluyor. Diyorlar ki, “Dün size karşı olup, manda ve himaye isteyen Türk Basını, Cumhuriyet fikrinize karşı çıkmayacak mı?”

Tebessüm ediyor Mustafa Kemal, “Meraklanmayınız” diyor; “Türk basını Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale olacaktır”…

1919’un ironisi ile 2011’in manzarası arasında bir fark var mı?

Önce karartıyorlar, sonra kıvırıyorlar.

(7 Temmuz 2011/Hakikat Gazetesi)