ÇOK SAYIN MOLLA KASIM!….

Mevzuyu unutanlara hatırlatarak başlayalım…

Yunus Emre’nin hayatını okuyanlar, bize ulaşan şiirlerinde en önemli kırılma noktasının Molla Kasım olduğunu bilir.

Alimler Yunus Emre’yi “Hâl ehli” olarak kabul eder. Yunus’un aşkı ve bu aşkın coşkusu öylesine yüksektir ki, artık yazdığı her mısra ile kendinden geçmiş, adeta boyut değiştirmiş haldedir.

Kâl ehli, Yunus’un bu şiirlerinden, deyişlerinden rahatsızdır. Şeriata uygun bulmaz. Kendisini uyaran bu kişilere de “Aşkım galip geldi yüreğim harlar / Âşık olan arı namusu n’eyler / Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” dizeleriyle kırgınlığını, sitemlerini dile getirir… 

Yüreğinde gem vuramadığı ilahi aşka ve dizelerine yansıyan bu coşkusuna karşın her an bedel ödeyebileceğini de bilir. Geldiği nokta artık Hallac-ı Mansur’un kâl ehline kendini anlatamaması ve ölüm fermanını eline tutuşturmaları gibidir.

Yunus yine de içindeki “Deli Yunus”u susturamaz, susturmaz. İtikadını sorgulayanlara itibar etmez… Mevlâna’nın, “Önceden duysaydım, cilt cilt mesnevi yazmazdım” dediği, defalarca söyletip dinlediği ve kendinden geçtiği beytini yazarak artık kâl ehlinin tüylerini de diken diken eder.

“Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” sözleriyle, hâl ve kâl ehlini keskin bir çizgiyle ikiye böler. Artık geri dönülmez bir zirvenin en tepesindedir…

Belli ki, Ebusuud Efendi’nin, “Bu itikattan vazgeçmemesi halinde katli vaciptir” fetvasından hayatta olmamakla kurtulur. Hoş, o günlerde yaşasa da sözünden vazgeçmeyecektir ve kuşkusuz dar ağacına çekilecektir.

Yunus dergahından ayrılıp Hakkı arama yolculuğunda üç bin şiir yazmıştır. Adeta dünyaya sığamayan Yunus, Hak ile bütünleşmesini beyitlerine, deyişlerine şiirlerine sığdırmıştır. 

Kendisine karşı olan, eleştiren daha önemlisi anlamayan ve anlamamakta direnenlere de cevaplarını şiirleriyle vermiş, “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler” diye seslenmiştir. Kendi şer’i hükümleri ile Yunus’u dinden çıkmakla suçlayanlara karşı da susmamıştır; “Hakikat bir denizdir, şeriat gemisi / Çokları gemiden çıkıp dalmadılar” demiştir. Hatta daha da ileri gitmiş tüm bunlar için “Dört kitabı şerh eden asidir hakikatte / Zira tefsir okuyup manasını bilmediler” diye meydan okumuştur.

Gün gelir, kendisinden sonra da Yunus’un deyişleri ve şiirleri tekke erbabını ve hüküm sahiplerini rahatsız eder. Yunus’un şeriatlarına uyduramadıkları şiirlerini ayıklama görevi Molla Kasım’a verilir… Molla Kasım, kendi itikadi anlayışına göre Yunus’un şiirlerini gözden geçirmeye başlar.

Bin şiirini şeriata uygun değil diye ateşe atar… İkinci bin şiirini ise insanı dinden çıkarır gerekçeyle yırtıp suya atar… Nihayet elinde son bin şiir kalmıştır ve Molla Kasım’ı titreten o beyit karşısına çıkar…

“Derviş Yunus sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir!”

Molla Kasım pişmanlık duymuş mudur bilemeyiz. Artık bin şiir yakılıp meleklere, bin şiir suya atılıp balıklara teslim edilmiştir. Kalan bin şiirle görevini belki o an başlayan yürek yangını ile tamamlamıştır.

Meraklısına daha fazlası Yunus Emre’nin hayatında vardır.

Bizi ilgilendiren bugünün sayın Molla Kasımlarıdır…

Her makamdan, her mertebeden insanları kendi fikir, hüküm ve önceliklerine göre sîgaya çekmeye çalışan günümüzün modern Molla Kasımlarınadır…

Hiçbir ehliyeti, yetkisi ve etkisi olmadan “karşı olduklarına muhalif olmanın dayanılmaz cazibesine” kapılarak, seviyesine yüz adım bile yaklaşamayacakları insanları, itibarsızlaştırmak için klavye başında ortaya düşenleredir.

Kendi kendilerine verdikleri sıfatlar ile söz sahibi olduklarını, kanaat önderi kabul edildiklerini, akil yerine konulduklarını zanneden boş beleş kimlikleredir.

“Ben de varım, ben buradayım, beni de görün” çabası ile, değil yan yana gelmek gölgesinin bile seviyesine ulaşamayacakları insanlar için kendin çal, kendin oyna mahiyetinde yazıp çizenleredir.

Eline fazla gelen parmağını kullanacak yer bulamayıp önüne gelene sallama cehaletini ve cüretini gösterenleredir. 

Elbette bugün hiç kimse Yunus değildir… 

Görünür olan, herkesin kendi yapıp ettikleri, yazıp söyledikleri, kendi fikir dünyasının eserleri, icra makamındaysa günahıyla-sevabıyla kendi kararlarının hayata geçirilmiş halidir.

Bu şehir, birilerinin basit düzeyinden çok uzak, hiçbir karşılık beklemeden siyasi ve ticari ikbal peşinde olmadan düşünen, araştıran, yazan ve mesai sarf eden insanlarla doludur. 

Ve yine herkes bilinmelidir ki, hiç kimse Molla Kasım değildir!

Kim bir diğerini sîgaya çekme gayretinde ise, önce vicdanında kendisini sîgaya çekmelidir.

Unutulmamalıdır ki, kendini Molla Kasım zannedenleri de gün gelir bir başka Molla Kasım hizaya getirir!…

Pek çok sayın Molla Kasımlar…

Sağlıcakla kalın… 

V-LAS-MAN

Son birkaç aydır Sivas’ta yaşanan tartışmayı ibretle okuyorum. Ne beylik laflar, cümleler ne tehditler ne kimsenin göremediği(!) büyük büyük stratejiler, uluslararası derin mevzular, diasporaların kapı arkası planları, toprak kaybetmekten tutun, işgale varan senaryoların en uç noktaları…

Kan donduran iddialar, karşılıklı suçlamalar, aşağılamalar, efelenmeler, birbirini küçümsemeler, bir diğerini zan altında bırakmalar almış başını gidiyor…

Ahalimizin derin strateji bilgileri tavan yapmış. Kendi stratejisini ve uluslararası oyunları göremeyenler de görenlerin(!) stratejik uyarılarını paylaşıp dillendirmekle meşguller.

Mesela kanımı donduran ve sık sık dillendirilen Madımak hatırlatması var. Aba altında sopa göstermenin en çirkin örneği. Biliyorsunuz, Pir Sultan Abdal etkinlikleri için gelenlerin kaldığı otel ateşe verilmişti ve bu rezillikte 37 vatandaşımız hayatını kaybetmişti.

Birileri resmen olası mezarlık ya da anıt ziyaretine geleceklere şimdiden Madımak’ı örnek gösteriyorlar. Tek açıkça söyleyemedikleri, “Bak onların başına neler geldi!” cümlesi…

Şimdiden islami grup, dernek, vakıf gibi oluşumları sokağa çağıranlar var iyi mi? 

“Neredesiniz çıkın tepkinizi gösterin” diye yol açma çabası peşindeler.

Milliyetçi gruplara çağrı yapanlar var. “Vatan elden gidiyor” demedikleri kaldı. Onları sokaklara çağıranlar, tepki koymaya davet edenler var.

Her gün bir adım daha öne çıkabilmek için gaz pedalını kökleyenler, sosyal medyada tıklandıkça vites yükseltiyorlar. Ajan-provokatörlerin kucağına hazır, olgunlaştırılmış, karşılık bulacak siyasi ve dini kesimler kıvamına getirilmiş bir el bombasını bırakmanın gayretindeler.

İçlerinde okumuş yazmış olanlar var, siyaset yapmış yapıyor olanlar var, ekranlara çıkıp konuşuyor olanlar var, kendini otorite sayanlar var, akil yerine koyanlar var, isimlerinin başına koca koca titrler ekleyenler bile var. 

Maşallah, iç güçleri, dış güçleri gözünden tanıyan, zihin okuyan, hatta o zihinlerin en arkasındaki planları da görüp anlayan arkadaşlarımız, komşularımız, yazı yazanlarımız, konuşmaya çalışanlarımız var. 

Onca yazılmış yazı var içinde bilimsellik yok. Akademik görüş yok. Bu işin ehil ve uzmanı olmuşların düşünce, araştırma, belge ya da bilgi kırıntıları hiç yok. Varsa yoksa yel değirmeni ile savaş senaryoları… 

Okuduklarımın özeti şu; Sivas’ta bir azizin mezarı ya da anıtı açılacak, ertesi gün Ermeni diasporası Sivas’ı sınırları içine alacak ve şehrimizin tapusunu eline geçirecek. (Tapu mevzuunu bir yazıdan çıkardım. Meğer bir şehirde bir azizin mezarı olursa o tapu yerine geçiyormuş. Kaç yaşıma daha girdim sayamadım) Sonra bizim ahaliyi buradan sürecekler ve kendi milletlerini yerleştirecekler. Efendime söyleyeyim, buraya turist kisvesi altında gelenler, yerleşip kalmanın yollarını arayacaklar. Bu böyle sürüp gittikçe azınlığa düşeceğiz. (Bu da başka bir senaryodan çıkardıklarım. Çok derin bir strateji içeriyordu bu kadarını yeterli görüyorum.) Mesela Sümela Manastırı’nda bir kez ibadet için izin çıkmış, daha da alamıyormuşuz manastırı. Şimdi Sivas’ta da mezar yeri açılırsa, üstten Pontus Rum, ortadan Ermeni diasporası, alttan İsrail, bizi kuşatıp binlerce yıllık Türk yurdunu elimizden alacakmış. (Bu senaryoyu yazanın titrini yazarsam meslektaşlarına hakaret olur.) 

Nene hatun örneği vereni okudum iyi mi? Bu örneğe yorum yapmaya cümlelerim kifayet etmez, onun için geçiyorum.

Sözde akıl verenler, güya yol gösterenler, amacını, hedefini, boyutunu, kapsamını, içeriğini ve sınırlarını çizemeden bir taraftan İslamcısını, diğer taraftan milliyetçisini sokağa davet edenler, ortada fol yokken yumurtayı çatlatmadan arka cebinde taşımaya çalışanlar asıl amaçlarını da net ortaya koymalılar.

Birçok yazılan için kimse sonradan “Ben uyarımı yaptım”, “Ben endişemi dile getirdim”, “Ben düşüncemi açıkladım”, “Ben duyduklarımı yazdım”, “Ben yazmadım, yazılanı paylaştım” bahanelerine sığınmasın.

Herkes bu şehirde yaşıyor, herkes kendi düşüncesine ve engin tecrübesine göre bu şehrin menfaatine olacak konularda fikir belirtip çalışmalar yapıyor. Herkes bir diğerinden daha hassas, daha çok şehri düşünür, daha çok bilinç ve beceriye sahip, daha çok sağduyulu ve itidalli değil.

Kimse bir diğerine fikirleri ve düşünceleri için parmak sallama, tehdit etme, hakaret etme, insanları “güruh” yerine koyma, daha az milliyetçi, daha az dindar görme hakkına da sahip değil.

Ve hatta kimse bir diğerinden daha fazla Sivaslı değil!..

Herkes bir diğerini önyargılarıyla yargılamaya başlarsa, orası filmin koptuğu, artık sürekliliğin kalmadığı, araya farklı filmlerden farklı sahnelerin eklendiği bir mecraya dönüşür. Asıl Madımak filmi yeniden o zaman başlar.


İki örnekle konuyu kendi adıma kapatayım.

6-7 Eylül olaylarını duymayanınız yoktur. Alakasız görünebilir. Ancak olayın yaşanış şekli ibretliktir. 

Olaylar 1955 yılında yaşanmıştır. Bazı kendini bilmez insanlar, Selanik’te Atatürk’ün evinin kundaklandığını, ateşe verildiğini kulaktan kulağa yaymaya başlar. E tabi, o gün de kulaktan dolma bilgilerle hazır kıta bekleyen bazı gazeteciler! bunu gerçekmiş gibi sütunlarına taşır. “iddia edildi” ibaresi o günlerde de vardır muhterem medyamızda. Bugün de dikkat edin bazı yalan yanlış haberler, “iddia edildi” cümlesi ile biter. Ne belge vardır ne araştırma ne iddia eden bir isim ne de iddiayı destekleyen başka isimler… 

Galeyana gelmenin sağcısı-solcusu, muhafazakarı-seküleri yoktur. Ellerine kırmızı renge boyanmış sopaları, baltaları, satırları ve bilumum zarar verici demir parçalarını ve hatta silahlarını alan kalabalıklar, azınlıklara ait araçları, evleri, işyerlerini yerle bir edip kiliseleri yağmalar. 

Ölenlerin yanında maddi kayıplarını dillendirmenin bir anlamı yoktur. 

Şimdi dikkatinizi buraya verin.

Benzer bir olay tam 22 yıl önce de yaşanmıştır. 20 Nisan 1933’te Bulgaristan’ın Razgrad şehrinde Türk mezarlıklarının tahrip edildiği haberleri ile İstanbul çalkalanır. 

İlk örgütlenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri olur. Onlar hocalarının çağrısı, halk da öğrencilerin çağrısı ile akın akın Bulgar mezarlıklarına gider. Ellerinde kanlı sopalar değil, kırmızı karanfil ve güller vardır. Öğrenciler ve halkımız mezarları çiçek bahçesine çevirir. 

Verilen bu karşılık değil Bulgarları, onlar gibi düşünen ve düşmanlık besleyen tüm dünyayı utandırmıştır. 

Şimdi sokağa çıkın, eyy İslamcılar nerdesiniz, milliyetçiler neredesiniz diye kâh sosyal medya ekranlarından, kâh sosyal medya yazılarından çağrı yapanlar…

Sokağa çıkardıklarınızın eline ne vereceğinizi de açıklar mısınız?..

Kimin kanlı sopalar, baltalar, demir çubuklar ya da silahlarla; kimin karanfil ve güllerle sokaklara çıkacağı konusunda fikriniz var mı?

Yok mu?

Susun o zaman!..

Vlas meselesini kendi klas meseleniz yapmayın. 

İhtiyacımız olan kendi yazdığınız ya da arakladığınız komplo teorileri değil, bilimsel kalemlerden, bilimsel açıklamalardır…

Dil’in adamlarına değil bilim adamlarına ihtiyacımız var vesselam.

Sağlıcakla ve sağduyu ile kalın.

(2 Eylül 2024/ Kızılırmak Gazetesi)

KAPI

Haberi önce sosyal medyada sonra da bir gazetemizde gördüm. Kongre binasının ön kapısı nihayet ziyaretçi giriş çıkışına açılmış…

Şaşırmayın ve hatta gülmeyin!

Lise binası olarak yapıldığı tarihten beri kullanılan; Çanakkale’ye gönüllü olarak gidip şehit olduğuna inandığımız ve övünerek anlattığımız, dönemin öğrencilerinin girip çıktığı…

Sivas Kongresi döneminde 108 gün boyunca başta Mustafa Kemal Paşa’nın, kongre delegelerinin, Kazım Karabekir Paşa gibi Sivas’a gelen birçok Milli Mücadele kahramanının aşındırdığı…

Şimdiki haliyle de müzemizin ana giriş kapısı son restorasyon çalışmalarından sonra uzun süredir kapalıydı. Aslında arka kapı olan ve ana caddeye baktığı için ön kapı muamelesi gören mevcut merdivenli kapı ise tek giriş-çıkış için kullanılıyordu.

Şehrin önde gelenleri, bu ve benzeri konuları kendine dert edinenleri, ‘ön kapı da açılsın’ diye defalarca rica ettiler; açılmadı…

İstirham ettiler olmadı.

Talep ettiler karşılık bulmadı.

Tepki gösterdiler duyulmadı.

Haddizatında kapıyı şahsi giriş çıkışları için istemediler…

Binanın şimdiki haliyle arkasına yapılmış olan Milli Mücadele Anıtı ve yıkılan orduevinin yerine yapılan alanla, Kongre binasını buluşturmak istediler.

Müzeye giren ziyaretçilerin nihayet açılması sağlanan kapıdan çıkıp onca emek ve para harcanmış, duvarları bakır rölyeflerle süslenmiş, tamamlanmamış olsa da şehre yeni ve güzel bir görünüm katmış, insanların milli duygularına hitap eden bu güzel alanı da aynı anda gezmesini istediler.

Ki, insanlar gezip görmeden çürümesin…

Kaderine terkedilmiş gibi ipsiz sapsızların uğrak yerine dönüşmesin…

Etrafı insansızlıktan ve bakımsızlıktan yıkılmasın dediler.

Fakat olmadı!..

Sivas bürokrasisinin, ilgili ve yetkililerinin bu kapıyı açık tutmaya ya güçleri yetmedi, ya önemsenmedi ya da açık etmedikleri başka niyetleri bu basit talebin yerine gelmesine engel teşkil etti…

Nihayetinde her kim ya da kimler ise artık; Sivas bürokrasisine çözdüremedikleri bu konuyu milletvekillerimizden Rukiye Toy hanımefendiye ilettiler. İyi de ettiler.

Okuduğum haberlere göre, O da duyarlılık gösterdi, içtenlikle el attı, küt diye kapattıları kapıyı şak diye açtırdı.

Şaşırmayın; halen Kongre binasının yapıldığından beri var olan ve anahtarı çevrilip açılacak olan kapısından bahsediyorum…

Bildiğimiz, arkasında ve önünde kulpu olan ahşap oymalı tarihi bir kapı!

Hal bu ki, işin ucunda devasa yatırım yoktu, büyük bir harcama yoktu, uzmanlık gerektiren plan-proje yoktu…

Ve de kapalı bir kapıyı açmak için kanun gerekmiyordu, yönetmelik gerekmiyordu, meclise taşınması gerekmiyordu, milletvekili, hatta hükümet düzeyinde çözülmesi gerekmiyordu…

Lakin, öğrenmiş olduk ki, böyle bir mesele Sivas’ta yaşanınca gerekiyor!..

Herhangi bir ilin insanlarının “Müzemizin bir kapısı açık diğeri kapalı. İki kapısının birden açılmasını istiyoruz ama bürokrasiyi buna ikna edemiyoruz” diye milletvekillerini aradığına, aracı yaptığına yahut konu üzerinde siyasi baskı oluşturduğuna şahit olan var mıdır bilemeyiz.

Biz şahit olduk!

Başka illerden örnek arayan olursa da artık biz varız!

Size şaka gibi gelse de asıl anlatmak istediğim kapı meselesi değil.

Basit olduğu kadar saçma, saçma olduğu kadar da bu şehirde yaşanan ‘gerçek’ bir mesele…

Geldiğimiz yerin ve nerede duracağını bilmediğimiz gidişin son noktasıdır kapı.

Daha ötesi nedir, hangi konuda ve hangi alanda yaşanıyordur varın siz tahmin edin…

Umarım Sivas, saldım çayıra mevlam kayıra noktasında değildir usta!

Sağlıcakla kalın…

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

GELENEK…



Bazı kelimeler sihirlidir. Duyduğunuzda içinize bir gurur yansır. Hatta mutlu olursunuz, göğsünüz kabarır. 

Bilirsiniz ki, o an birebir sizi etkilemese bile o kelimeler tüm geçmişinizi etkilemiş, geleceğinize de yön vermektedir. 

Ama doğru kullanılmalıdır, yerinde olmalıdır.

Bu kelimelerin başında da “Gelenek” gelir… 

“Geleneksel” dediğiniz kelime gerçekte bir tarih buluşması hatta yüzyıllar kucaklaşmasıdır. 



Nesilden nesile tekrarlanan ortak paydalarımızın kelimeye sığdırılmış halidir.

Sözlükler geleneği, “Bir toplumda çok eskilerden kalmış olmaları sebebiyle tutulan, kuşaktan kuşağa aktarılan, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlardır” diye açıklar.



Yani, geçmiş yaşam biçimlerimiz içerisinde olması, maddî ve manevî değerlerinin bulunması gerekir…



Daha önemlisi, geleneğin özündeki kutsalla olan ilgisinden dolayı köklü bir geçmiş, zengin ve kutsi değerleri kapsaması şarttır…

Bunlar da yetmez!.. 



Gelenek kendinden her türlü istifadeye açık olan anlamlar rezervi barındırmalıdır. 



Ki, sanat ve edebiyata da etki edebilsin!..

Edebiyatçılar gelenek için, “Yazılı metin haline getirilmiş, etkileyici eserlerin intikaliyle ilgilidir” der. 



Hatta bu alanda geleneğin nasıl gelenek haline geldiğinin bilinmesi yazılı kaynaklarla da sabit olmasına ihtiyaç duyulur…

Sosyal bilimciler, bir geleneğin gelenek halini alabilmesi ve bizim ona “Geleneksel” diyebilmemiz için “en az üç kuşağın geçmesi” gerektiğinde birleşir…

Yani dedeniz ve babanız kendi dönemlerinde toplumla beraber aynı şeyi tekrar etmiş ve siz de aynısını sürdürüyorsanız; bu geleneksel hale gelmiştir…



Bu yüzden 1’inci geleneksel, 2’inci geleneksel, 3’üncü, 5’inci, 10’uncu geleneksel olmaz. 



Toplum kabul etmişse ve tekrarında sakınca görmüyorsa; topluca yapıyor, bizzat katılıyorsa geleneksel olma yolunda ilerleyen bir durum söz konusudur…

Geleneğin geleneksel hale dönüşmesi için insanların, birikimlerini, hayatlarında değer verdikleri, kendileri için önemli unsurları gelecek kuşaklara aktarma isteği ve gayretinde olması ile mümkündür.



Tepeden inme gelenek olmaz!.. 



Birinin söylemesiyle, oluşturmasıyla, bir araya getirmesiyle, kendi imkân ve gücünü kullanarak tekrarlamasıyla gelenek oluşmaz ve geleneksel olmaz…

Geleneğin klasik tanımı, “İnsan eylemlerinin düşünce ve muhayyile aracılığıyla yaratılmış olan ve bir kuşaktan diğerlerine intikal eden şeylerin bütünüdür” şeklindedir.

İşin özü geleneğin kökünün ve köklerinin olması gerekir… 

Bunları niye yazıyorum?



Son yıllarda bir “Geleneksel” modası türedi. 

Kelime güzel…

Önüne koyduğunuz etkinliği daha havalı, cafcaflı, afili gösteriyor.

1’inci geleneksel yazan da var, 3’üncü geleneksel yazan da…



Sivas Valiliği de son birkaç yıldır 5 Ağustos’ta 58 Dünya Sivaslılar günü, Gardaşlık festivali organize ediyor… Bu isimle böyle bir günün kutlanıp kutlanılmaması doğru mudur yanlış mıdır ayrı bir tartışma konusu…

Şimdilik kaydıyla o konuyu başka bir zamana bırakalım.

Ama sosyal medya paylaşımlarında cümleye, “Geleneksel hale gelen Dünya Sivaslılar Günü” diye girerseniz yanlışlar dizisinin başlangıcını da yapmış olursunuz.

Bir etkinliğin gelenek haline dönüşüp dönüşmediğini test etmenin yolu basittir…



Çekin aradan organize eden kurumları; toplum benimseyip kendi değerlerini yaratmış ve kutlamaya başlamışsa gelenek olma yolunda adım atmış demektir…

Aksi, gel eğlen, gül eğlenden öteye bir durum değildir.

Sağlıcakla kalın…

RÜTBESİ TÜRK

Feyzullah BUDAK
Kişisel Gelişim Uzmanı
YAZAR

Geçen ay son kitabım MUCİZE DOĞUMLAR ile ilgili televizyon programlarına katılmak ve ayak üstü pratik bir imza günü gerçekleştirmek üzere yaptığım birkaç günlük Sivas seyahatimin sürpriz hediyesi, “RÜTBESİ: TÜRK” ile tanışmak oldu. “RÜTBESİ: TÜRK”, çok değerli gazeteci kardeşim Aydın Deliktaş’ın Abide Yayıncılık’tan çıkan ilk kitabının adı. Sivas Paşa Cami Pasajının altındaki Vizyon 58 TV’de  çekilecek programa girmeden önce aynı pasajdaki Vilayet Kitabevi’nde dostlarımla sohbet ederken, o an orada olacağımı sosyal medyadan öğrenen Aydın Deliktaş kardeşim Antalya’dan aradı ve “RÜTBESİ: TÜRK” adlı ilk kitabının kendi ricasıyla kitabevi tarafından bana hediye edileceğini bildirdi. Nitekim kitapla biraz sonra tanıştık.

Kitabı Ankara’ya döner dönmez okumama rağmen bitirmem gereken bazı acil işler sebebiyle onun hakkında yazma işini biraz geciktirdim. Ama hakkında yazamadığım bu süre zarfında kitabın üzerimdeki tesiri hiç eksilmedi. Sonunda kitabın bende yarattığı o hiç eksilmeyen tesir, onun hakkında yazamamaktan doğan ciddi bir rahatsızlığa dönüştü ve bugün elimdeki işlere bir ara vererek daha fazla gecikmeden “RÜTBESİ:TÜRK”ü yazmaya karar verdim.

Kitap tanıtımlarında o kitabın konusunu özetleyerek okuyucunun merakını gidermeyi doğru bulmuyorum ama bu kitabın hem kendi içinde veya önsözünde anlatılmayan, hem de bildiğim kadarıyla başka bir yerde yayınlanmayan  ilginç doğuş hikayesini anlatmalıyım.

Sivas’ta yaşayan gazeteci Aydın Deliktaş kardeşim Cuma namazlarını genellikle Yukarı Tekke’deki Abdulvahabı Gazi Camisinde kılıyor. Bir gün Cuma Namazı çıkışında içinden gelip onu yönlendiren bir ses ile her zamanki yolundan dönmek yerine ters taraftan geniş bir çember çizerek mezarlar arasından yürümeyi tercih ediyor. Aslında her mezar taşı insanoğluna bir çok şey söyler ama gördüğü bir mezar taşı Aydın Kardeşimin çok dikkatini çekiyor. Normal bir insan boyu yüksekliğindeki o taşta yazılanlar şöyledir;

“GAZİ ÖN YZB. SEYİT MEHMET ÖKTEM. (D.1299  –  Ö.1942) 27.8.323 Harbiyeden mezun olmuş; 19.04.330 Çatalca Savaşlarında yaralanmış, Cephenin müdafaasındaki cesaretinden dolayı yüzbaşılığa terfi etmiş, Erzurum Cephesinde ayak parmakları donmuş, Erzurum Hastanesi’nde kesilip 19.5.341 tarihinde emekliye sevk edilmiş, 8.6.937 tarihinde ayak parmakları bitti diye maluliyeti kaldırılmış, 12.2.1942 tarihinde mali sıkıntı içinde ölmüştür.”

Hem boyutları ve hem de içeriği itibariyle bir tarihi yazıt gibi duran bu dev mezar taşında yukarıdaki yazıların altında kalan boş kısma da o mezarda yatan muhteremin Harbiye Subay Kılıcı görkemli bir şekilde nakşedilmiş.

O güne kadar özellikle yerel gazetelerdeki etkili köşe yazılarıyla tanınan ama bu mezar taşını gördükten sonra çok önemli bir romanın yazarı olacak Aydın kardeşim önce bu taştaki “ayak parmakları bitti” sözünü “ayak parmakları tükendi” şeklinde anlıyor ve bu ifadeye bir anlam veremiyor. Ama gazeteci merakıyla bu anlamsızlığın peşine düşüp, o mezarın kime ait olduğunu araştırarak sonunda o mezarda yatan rahmetlinin torununu buluyor. Aslında bu mezar taşını yazdıran oğul, Aydın Beyin bulduğu  torunun babasıdır. Öncelikle “ayak parmakları bitti” ifadesiyle ilgili merakını gideriyor. Meğer bu ifade, tıpkı toprağa atılan bir tohumun zamanı gelince bitmesi (uzayıp toprak üstüne çıkması) gibi o mezarda yatan rahmetlinin kesik ayak parmaklarının “yeniden uzaması” anlamında kullanılmış.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın merakı peşine düşerek ulaştığı hikaye müthiştir ve torunun elinde bu hikayeye dair bazı evraklar ve resimler vardır. Yazarın derin alakasından etkilenen torun, “demek ki babamın dediği o gün, bu günmüş” diyerek elindeki belgeleri ve resimleri Aydın Beye verir ve babasından dinlediği hikayenin tamamını yazara anlatır. Yazar yine gazeteci merakıyla toruna “o gün, bu günmüş” ifadesinin hikayesini de sorar ve öğrenir. Konuşulan torunun babası (yani o mezarda yatan rahmetlinin oğlu) bu müthiş hikaye ile birlikte buna dair belgeleri ve resimleri ölümünden önce oğluna emanet ederken, “Oğlum rahmetli dedene ait bu hikayeyi unutma, bu hikayeye dair belgeleri ve resimleri iyi sakla, bir gün biri gelir bunları bulur ve bunun kitabını yazar” demiştir…

Aydın Deliktaş kardeşim uzun yıllardan beri beklenen kişinin kendisi olduğunu anlar ve sorumluluk üstlenerek tüm belgeleri ve resimleri torundan teslim alır. Hikayeyi mümkün olduğunca daha fazla belgeye dayandırmak için ilgili askerlik şubelerine, ilgili nüfus müdürlüklerine ve Genel Kurmay Başkanlığının ilgili bölümlerine baş vurup ulaşabildiği ek belgeleri alır ve romanını yazmaya koyulur.

En başta da dediğim gibi romanın konusunu yazarak, kitaba da yazara da haksızlık etmek istemiyorum. Özetin özeti zaten mezar taşında yazıyor. Ama en azından şu kadarını söylemeyim; Aydın Deliktaş kardeşim ilk roman denemesinde olağanüstü bir başarı yakalamış. Gazete yazılarındaki “cesur kalemlik” görüntüsünü ilk romanında da boşa çıkarmamış. Çok hassas bir konuyu çok büyük bir cesaretle nakış işler gibi işlemiş. Hikayenin eksenine oturan başat olayda Aydın Deliktaş’ın hayat felsefesi ve dünya görüşü bakımından ciddi bir sorun var. Çünkü Türk Milliyetçileri devletin eleştirilmesine, hele bir de konu Atatürk dönemine ait ise asla sıcak bakmazlar. Ama Aydın Kardeşim bu konuda duygularına gem vurmayı başarıp, konuyu tüm çıplaklığıyla kaleme almış. Zaten roman boyunca yazarın varlığını hiç hissetmiyor, kendinizi gerçek bir olayın ve o olayın gerçek kahramanlarının arasında buluyorsunuz. Hele bir de benim gibi Sivas’lı iseniz ve bu nedenle olayların geçtiği yerleri iyi biliyorsanız zaten olayların içine dalıp gidiyorsunuz. Ama yazar bir yandan anlatım içerisinde kendini nötralize edip, tarafsız yaklaşımını pekiştirirken, bir yandan da bu ortamdan yararlanarak mahalle ve okul arkadaşı İsmet İnönü’den vefasızlık gören roman kahramanı Gazi Seyit Mehmet’i İsmet Paşa’ya karşı Kurtuluş Savaşındaki hizmetlerinden dolayı çok saygılı bir konuma yerleştirerek, bu konuda okuyucunun duygularını tahrik etmekten özenle kaçınıyor. Mustafa Kemal Atatürk’e gelince; o zaten Gazi Seyit Mehmet için bir idol, uğruna can feda edilebilecek, varlığımızı borçlu olduğumuz bir kutlu değerdir. Yani yazar, roman kahramanının Atatürk ile ilgili duygularını bu şekilde örgüleyip öne çıkartarak, esas olayda devletin sergilediği büyük hata ile okuyucuda açılacak yaralara sezdirmeden çok etkili bir merhem sürüyor. Olayın bu yönü bir okuyucu olarak benim de çok ilgimi çekti ve Aydın Kardeşimi arayarak özellikle “CHP teşkilatlarından veya CHP’li tanıdıklarından bu konuda bir tepki almadın mı” diye sordum. Aldığım cevap “Hayır, CHP’li hemşerilerimiz bu konuda çok gerçekçiler, Cumhuriyetin ilk yıllarında bu türden hataların yapıldığını biliyor ve kabul ediyorlar. O nedenle önemli bir tepki almadım” şeklindeydi. Doğrusu bu cevaptaki hasbiliği ben de CHP’li hemşerilerime yaraşır buldum ve bundan çok memnun oldum.

Zaten romanın içeriği sadece ana eksende anlatılan Gazi Seyit Mehmet’in hikayesinden ibaret değil. Onun yanı sıra bazen onunla paralel, bazen ise iç içe sarmal bir şekilde 1. Dünya Savaşı, Sarıkamış Faciası, Ermeni Tehciri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları ile Türkiye’de yeni bir hayatın ilmek ilmek örülmesi büyük bir incelikle anlatılmış.

Aydın Deliktaş bu romanında pek fazla örneğine tanık olmadığımız bir cesaret sergileyerek kitabın son paragraflarını aynı zamanda giriş paragrafları olarak kullanmış ama bunu öyle ustalıkla yapmış ki kitabın sonuna gelmeden bunu anlamıyorsunuz ve okumanız süresince zaten alıp durduğunuz darbelerin en sonuncu ve en kuvvetlisini bunu anlayınca alıyorsunuz.

Kitabın adı başlı başına bir efsane: “RÜTBESİ TÜRK”. Düşünün! Mahalle ve çocukluk arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı Kahramanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede onlarla aynı ortamdan çıkıp, aynı okullarda okuyan ve aynı savaşlara katılan roman kahramanı Yüzbaşı rütbesinden yukarı çıkamadığı gibi en sonunda da çok büyük bir mağduriyete uğruyor. Ama tüm bunlara rağmen alnı ak, başı dik ve onurlu bir duruş sergiliyor. Başta Atatürk olmak üzere Kurtuluş Savaşı’mızın kahramanlarına büyük bir saygı sergiliyor. Çünkü onun “RÜTBESİ: TÜRK”dür ve bu rütbe tüm rütbelerden üstündür. Çünkü o, tüm bu asaletini Türk’lüğünden alıyor. Bu haliyle romanın adı insana hemen Büyük Atatürk’ün, “Benim bu hayattaki yegane fahrim (onurum, şerefim) TÜRK olarak dünyaya gelmemdir” sözünü hatırlatıyor.

“RÜTBESİ: TÜRK”ün bana özel iki de hoş sürprizi oldu. Birincisi kitabın kapağının benim “BİZ TÜRKÜZ” adlı kitabımla benzerliği. Şimdi bu benzerliği görmeniz için konumuz dışındaki başka bir kitabın resmini buraya koymayı uygun bulmadım ama siz isterseniz bunu internetten görebilirsiniz. Aslında konusu benzer olan kitapların kapaklarının da benzer olmasında fazla şaşılacak bir durum yoktur ama yine de bu durum benim için hoş bir sürpriz oldu, kıvandım.

İkinci sürpriz ile de kitabın son bölümünde karşılaştım. Son bölümde romanın kahramanı Gazi Seyit Mehmet’in ailesi ve evlatlarıyla ilgili bilgiler ve bazı resimler var. Onları görünce anlıyorum ki; Roman kahramanının oğullarından biri (Halit ÖKTEM) Selçuk ortaokulunda (1962-1965) benim Coğrafya öğretmenimdi. Ondan önceki ilk okul yıllarında da (1957-1958) gelini Fethiye ÖKTEM Kızılırmak İlkokulu’nda sınıf öğretmenimdi. Bunlar beni kitapla daha da fazla bütünleştirdi.

Biliyorum bir roman tanıtımı için çok uzun bir yazı oldu ama bıraksanız bir bu kadar daha yazabilirim. Çünkü o duygularım var, çünkü bu kitap insanı o duygularla dolduruyor. En iyisi kendi okumanızdır. Okuyun. Böylesi güzel şeylerden haberdar olun. Ruhunuzu böylesi güzelliklerle arındırın.

Rütbesi Türk, Hayat Ağacı’nda…

Hayat Ağacı Dergisi 38. sayı…

Sivas’ın yayıncılıkta en önemli markası haline gelen Hayat Ağacı Dergisi’nin 38. sayısı okuyucusuyla buluştu. Birbirinden ilginç ve güzel konuların kaleme alındığı dergide Rütbesi Türk’ün tanıtımı şu ifadelerle yer buldu:

Sivas’ın maruf simalarından Gazeteci Aydın Deliktaş tarafından yazılan Rütbesi Türk adlı eser, belge niteliğinde fotoğraflarla desteklenen biyografik roman niteliğinde. Devrin sosyal hayatı roman fonunda ayrıca ele alınmış. Yazar, eseri hakkında şunları söylüyor:
“Kahramanımız Çatalca Savaşı’nda önemli inisiyatif almış, burada gazi olduktan sonra rütbe alarak üsteğmen ve yüzbaşılığa kadar yükselmiş önemli bir asker. Sarıkamış Harekatı’nda ayaklarının donması sonucu sol ayak parmakları kesilmesine rağmen aynı rütbe ile görevini sürdürmüş bir kahraman. Ancak onun emekliliğinden vefatına kadar yaşadıkları son derece hazin. Cumhuriyet’e bu derece bağlı Gazi’miz uğradığı büyük haksızlıklarla tek başına mücadele etmesine rağmen hukuken kazanamamış. Aslında kitabın konularından tek bir tanesi bile başlı başına kitap yazacak kadar değerli. Önsözde de belirttiğim gibi bu kitap Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anasına Seyit Mehmet’e bir saygı duruşu.”

Sivas Hizmet Vakfı adına derginin sahipliğini yürüten Sayın Valimiz Salih Ayhan’a, Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenen Mehmet Şarkışla hocama ve Yazı İşleri Müdürü Ahmet Caniklioğlu’na sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ‘Rütbesi Türk’ kitabı yayımlandı

SİVAS, (DHA)- OSMANLI’nın son dönemi ile Türkiye’nin ilk kuruluş yıllarında yaşayan Sivaslı bir gazinin hayat hikayesinin konu alındığı ‘Rütbesi Türk’ isimli kitap yayımlandı. Gazeteci Aydın Deliktaş’ın kaleme aldığı kitapta, iki kez gazi olan Yüzbaşı Seyit Ahmet Öktem’in, emeklilik döneminde yaşadığı haksızlıklar anlatılıyor.

Gazeteci Aydın Deliktaş’ın ilk kitabı olan ‘Rütbesi Türk’, bir gazinin hayatını belgelere dayalı olarak anlatıyor. Abide yayınlarından çıkan kitap ayrıca 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da paragraflar barındırıyor. Toplam 208 sayfadan oluşan kitapla ilgili bilgiler veren Gazeteci Aydın Deliktaş, çoğunluğu Sivas’ta geçmiş olan bir yaşam öyküsünü, objektif bir şekilde ve hikayeleştirerek kaleme aldığını söyledi. Askeri alanda önemli başarılara imza atan ve iki kez farklı savaşlarda gazi olan Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem’in yaşantısının emeklilik döneminde uğradığı haksızlıkları aile bireylerinin anlatımı ile kaleme aldığını belirten Deliktaş, “Kahramanımız Çatalca Savaşı’nda önemli bir inisiyatif almış, burada gazi olduktan sonra yüzbaşılığa kadar yükselmiş önemli bir asker. Sarıkamış harekâtında ise ayaklarının donması sonucu sol ayak parmakları kesilmesine rağmen, aynı rütbe ile görevini sürdürmüş bir kahraman. Ancak onun emekliliğinden vefatına kadar yaşadıkları son derece hazin. Cumhuriyete son derece bağlı bu gazimiz, uğradığı büyük haksızlıklarla tek başına mücadele etmesine rağmen, hukuken kazanamamış bir gazi. Aslında kitabın konularından tek bir tanesi bile başlı başına kitap yazılacak kadar değerli. Önsözde de belirttiğim gibi bu kitap, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşu” dedi.

Kitap çalışmalarına 2016 yılında başladığını ve 2017 yılında torunu Seyit Ayhan Öktem’in de aracılığı ile belge toplamaya başladığını belirten Gazeteci Deliktaş, “Bu kitapta benim kadar en az torununun da katkısı ve emeği var. Ayrıca hayatta olan kızı Sıddıka Öktem (Demirkol) Hanımefendi’nin hafızasında tazeliğini koruyan tüm anıları, bana ışık oldu ve yol gösterdi. Sayısız yazışmanın ardından bize ulaşan resmî belgelerin büyük çoğunluğu Osmanlıca olduğu için bu konuda da imdadımıza Prof. Dr. Recep Toparlı yetişti ve Türkçe’ye çevirdi. En önemli desteklerden birini de Sayın Ahmet Necip Günaydın’dan gördüm. Onlara ve destek olan herkese teşekkür ediyorum. Kitap gerek anlatımımız, gerekse belgelerimiz ile bir döneme ışık tutacağı gibi Milli Mücadele’nin unutulup gitmiş sayısız kahramanının hayatlarının ne kadar araştırmaya değer olduğunu da gözler önüne serecektir” diye konuştu.

Gazeteci Deliktaş, çok farklı bir konuda yine Sivas’ta yüz yıl önce yaşanmış bir hadiseyi anlatacağı ikinci kitabının hazırlıklarına başladığını da ifade etti.

Kırk Romalı asker

Hristiyanlığın ilk yıllarıdır ve Roma imparatorluğu sınırlarını azımsanmayacak ölçüde genişletmiştir. Anadolu topraklarını da içine alan bu imparatorluk, Hz. İsa´nın gelişinin ardından Yahudilerin de kışkırtması ile bu yeni dine karşı savaş açar.

İsa´nın dinine kabul edenler, Roma yönetimi tarafından kabul görmemektedir. En basit yaptırım sürgündür. Yurtlarından edilen insanları her gittikleri yerde türlü işkenceler beklemektedir.

Roma İmparatorluğu koltuğunda Licinius (Likinyus) oturmaktadır. Tedbirleri serttir, işkence yöntemleri dayanılmazdır.

Tam da bu dönemde, Kapadokya´da görevli kırk Romalı asker Hz. İsa´nın dinine girer. Dinlerini bir süre gizli yaşasalar da kısa sürede bu ortaya çıkınca derhal tutuklanırlar.

Dinin suç olduğu erken Hristiyanlık döneminin bu kırk askeri, idam cezasına çarptırılır…

Kırk Romalı asker, cezalarının infazı için mart ayının çat ayazında soğuğu ile meşhur başka bir şehre sürgün edilir. Bu arada üzerine buz kaplamış bir gölün hemen karşısına hamam kurulması talimatı gelir. Romalılar kısa sürede bu hamamı tamamlar. Askerlerin anlam veremediği bu hamam kurma çabası onların felaketidir.

Romalı kırk askere buzla kaplı suya girmeleri emredilir. Tereddüt etmeden soyunup suya girerler.

Onlara bir seçenek sunulur. Dinlerini reddetmeleri halinde sudan çıkıp hamama girebilecekleri ve bu işkenceden kurtulacakları söylenir. Askerler inançları gereği kabul etmezler.

Giderek donmaya yaklaştıkları bir anda askerlerden biri son bir umutla buz tutmuş gölden çıkıp hızla hamama girer. Durum onun açısından daha da kötüleşir ve sıcakla buluştuğu anda ölür.

Artık, suyun içindeki otuz dokuz asker için de yolun sonu gelmiştir. Hristiyan İnanışına göre suyun içinde donmuş olan Romalı askerler ilahi birer taçla ödüllendirilir. Fakat hamama giren askerin tacı gölün üzerinde havada asılı kalmıştır.

Bunu gören diğer Romalı askerlerden biri göle girip Hıristiyanlığı kabul eder ve havada asılı kalan taç onun başına konar. Kırk askerin donmasıyla, Hristiyanlığın bugün en önemli simgelerinden olan “Kırk Şehitler” tamamlanmış olur.

O günün kırk şehitleri kiliselerin çarpıcı figürleri haline gelir. Anadolu´da kurulan her kiliseye kırk şehitlerin canlandırması resmedilir. Fransa´nın en önemli sanat müzesi Petit Palais´te o anı canlandıran tablo sergilenmektedir.

Olay resmedilmekle de kalmaz. Süryaniler her 9 martta Kırk şehitler gününü en önemli bayramları olarak kutlar. Takvim farkından dolayı da batı kiliselerinin tamamı 10 martta kırk şövalyeyi anar. UNESCO´nun da listesinde olan Kırk Şehitler Bayramı, Makedonya ve İskip´te 14 martta kutlanır.

Bunları niye yazıyorum?

Yukarıda özetlediğim Hristiyanlığa ait en önem olay, burada, Sivas´ta yaşanmıştır. Üçlerbey mahallesinde Çukurpınar denilen mevkiidir. Sivaslılar burayı, “Kırk şehitler”, “Kırk Azizler” ve “Kırklar” olarak bilir.

Hani turizm filan diyoruz ya…

Alın size inanç turizminin zirvesi. Yeter ki, hayata geçirebilelim ve her 9-14 Mart arasında, “Sabeste (Sivas) Kırk Şehitler Bayramı” adıyla kutladıkları bu özel günün kutlamalarını Sivas´a çekebilelim.

Zor mu?
Hiçte değil…
İsteyelim yeter!..

(25 Temmuz 2019/İrade Gazetesi)

Gardaş dedikodusu

Sivas, 5-6 Ağustos tarihlerinde Gardaşlık Festivali düzenledi. Düşünen ve hayata geçirenleri kutlarım. Bizi bir arada tutacak benzer festivallere ihtiyacımız var.

Halk oyunları gösterileri, sergiler, oyunlar, toplu yürüyüş ve toplu halay çekme etkinlikleri, Serdar Ortaç konseri ile sona erdi. 4 Eylül Kongresi´nin yüzüncü yılının kutlandığı bu günlerde şehir farklı bir görüntüye büründü.

Gardaşlık Festivali´nde sahne alan Serdar Ortaç´a Valilik aracılığı ile bir sürpriz de ben yaptım. 2000 yılında Sivas´ta askerlik yapan Serdar Ortaç´ın yemin töreni fotoğraflarını arşivden çıkarıp Valiliğe verdim. Onlar da çerçeveletip konser sonrası sanatçıya hoş bir sürpriz yapmış oldular.

Nerden çıktı bu Gardaşlık Festivali?

Sosyal medya son yıllarda tüm dünyanın hararetle kullandığı bir alan. Örneğin Twitter´da bir hashtag (haşteg) açıyorsunuz, ne kadar tweet alırsa o kadar gündem oluşturuyorsunuz. Bir bakmışsınız, twitter açtığınız haştegle dolu.

Bu ilk kez, 2017 yılında, Belediye Basın ve Halkla ilişkiler sorumlusu Ünal Torun tarafından ortaya atıldı. Başkan Sami Aydın´ın da onayıyla, belediye öncülüğünde sosyal medyada, #DünyaSivaslılarGünü adıyla haşteg açıldı.

Tarih olarak plakamıza denk gelen 5.8.2017 günü seçildi. O gün sosyal medyada Sivas hiç almadığı kadar reyting aldı ve üst sıralarda en çok bahsedilen şehir oldu. Dünyanın dört bir yanından Sivaslılar, günlerce özlem dolu twitler attı.

Ünal, ikinci yıl bunun Belediye organizesi ile şenliğe dönüştürülmesinin alt yapısını oluşturdu. O gün yapılan çalışmaları yakından takip ettim. “Minderini al gel” adı altında meydanda düzenlenecek şenlik, maalesef Şarkışla´da şehidimizin olması sebebiyle yapılamadı. Ama sosyal medya o gün yine adeta yıkıldı.

Bugün, Valimiz Salih Ayhan´ın bu fikre sahip çıkması ile festivale dönüştürüldü. Bir kere, sosyal medya aracılığı ile tüm Türkiye, hatta dünya 5 Ağustos´u Dünya Sivaslılar Günü olarak kabul etti. Üstüne üstlük, önümüzdeki yıllarda da devam ettirilirse bize özel hasretini çektiğimiz bir festivalimiz oldu.

Sosyal medyada, Gardaşlık Festivali ve Dünya Sivaslılar Günü ile ilgili övgü ve hasret dolu sayısız mesaj paylaşılırken, dedikodu kazanı da aynı hızla kaynadı. Bir kısmı haklı endişelerdi ama bir kısmı gereksiz karalamaya dönüktü.

“Bu festival 4 Eylül´e alternatif mi?, Bu festivalle 4 Eylül ruhu mu gölgelenmek isteniyor?, Gardaş diye bir tabir olur mu, biz o kadar mı kabayız?, Plakası herhangi bir ayın gününe denk gelmeyenler ne halt edecek?, Sivas koskoca köy oldu, ağlanacak halimize şenlik yapıyoruz, Bugün eğlenirsiniz, yarın açlığınıza ağlarsınız, O parayla gülüp oynayana kadar yatırım yapsalardı ya, El uzaya gidiyor biz halay peşindeyiz, vs.vs.”

Bir kere Gardaşlık Festivali ya da Dünya Sivaslılar Günü´nün 4 Eylül´e alternatif olacak ne tarihi bir anlamı ne de onu gölgeleyecek bir yapısı ve kutlama programı var. Eğer 4 Eylül´ü bir festival gölgeleyecek kadar basite alıyorsanız zaten anlamını ve taşıdığı yüksek ruhu anlamamışsınız demektir.

Hadise son derece basit. Buyurun meydana, gülün-eğlenin, etkinliklere katılın ya da seyredin… Yılda bir ya da iki gün Sivaslı egonuzu kabartın, memleketlilik gururunuzu okşayın ve çoluk çocuğunuzla hoşça vakit geçirmenin yollarına bakın.

Bu başlangıç olsun. Misal meşhur köftemiz, dönerimiz, el sanatlarımız, kaplıcalarımız, Kangal köpeğimiz, madımağımız başka festivalleri ardından getirsin. Uluslararası kış sporları festivali için kafa yormamıza vesile olsun.

Komplo teorisiyle geç bulduğumuz festival ortamını dedikodu kazananına atmayın gardaş…

(8 Ağustos 2019/İrade Gazetesi)

Yüreğine taş oturacak

Eraydın AYTEKİN
Gazeteci/DHA Sivas büro şefi

Kitabı bir solukta okudum. Etkileyici bir anlatımla kaleme alınmış, çok güzel bir hikaye.

Osmanlı’nın buhranlı günlerinden yeni Türkiye’ye geçiş sürecindeki sıkıntıların da yansıtıldığı, isimsiz bir kahramanın ibret alınacak hayatı. Hiçbir başarının cezasız kalmayacağı deyiminin hazin bir örneği.

Okuduğunuzda yüreğinize bir taş oturduğunu fark edecek ve hikayenin kahramanının yaşadığı o duyguyu bire bir siz de en derinden hissedeceksiniz.

Aydın abimizi tebrik ediyorum, yüreğine ve kalemine sağlık. Mutlaka devamını da bekliyoruz. Emeğine sağlık. Mutlaka okunmalı, okutulmalı….

Önemli olan yazmak değil

Ömer ÇAKAL
Gazeteci

Sabah erken kalkanın kitap yazdığı ve bir şekilde bastırdığı günlerdeyiz. Hiç birini hor görmüyorum, emeklerini yok saymıyorum ama kişi başına düşen yazar! sayımızdaki artış beni mutlu da etmiyor. Önemli olan yazmak değil yazdığından okuyucunun da keyif alması…

İşte Aydın Abinin (Deliktaş) “Rütbesi Türk” kitabı okuyanın cidden keyif alacağı nadide bir eser olmuş. Üstelik gerçek bir hikayeden esinlenen bu romanı okuyunca sadece keyif almakla kalmıyor, zaman zaman öfkeleniyor, zaman zaman gururlanıyor ama en çok ta hüzünleniyorsunuz.

Gazi Yüzbaşı Seyit Mehmet’in cephede, cephe gerisinde ve emeklilik günlerinde verdiği mücadeleye ortak oluyor, “bu kadar da olmaz” diyerek okumayı bırakıyor ama merakınıza yenilip çok geçmeden yeniden okumaya başlıyorsunuz.

“Kitabın içine girmek, kitabın kahramanıyla bütünleşmek” diye bir şeyin varlığına “Rütbesi Türk”ü okuyunca siz de inanacaksınız.

Köşe yazılarındaki o tarifsiz üslubu daha da zenginleştirerek ilk kitabına ilmek ilmek işleyen Aydın Abiyi kutluyor, ikinci kitabını şimdiden heyecan ve merakla beklediğimi bilmesini istiyorum.

Aydın Deliktaş Ve “Rütbesi Türk”

Ahmet Özdemir
Gazeteci&Yazar

Aşık Veysel, “Muhabbetin canda haslardan hastır /  Avutur Veysel’i bir şen piyestir /  Türk adı babamdan bana mirastır /  Daha bundan başka adı neyleyim” diyor. Bir başka şiirinde inanışını pekiştiriyor: “Dünya geniş olsun ister dar olsun / Yeter ki kalbimde iman var olsun / Her zaman milletim bahtiyar olsun / Rütbemle, mesnedim bana kâfidir…”

İlk okul yıllarımda sinema ile ilk tanıştığımda seyrettiğim filmim adı “Meçhul Kahramanlar”dı. Ayhan Işık’ı, Sezer Sezin’i, Turan Seyfioğlu’nu ve Hulusi Kentmen’i ilk kez o zaman perdede görmüştüm. Ayhan Işık ve Turan Seyfioğlu yüzbaşıydı. Sezer Sezin Ayşe diğer adıyla Zafer Yıldızı’ydı. Ayhan Işık’ın ihanet içindeki Turan Seyfioğlu’nun (Şarkışla anlatısıyla) “duluğuna duluğuna çakışı” sahnesini unutmamışım.

Bu girişten sonra sözü sevgili meslektaşım, hemşerim Aydın Deliktaş’ın “Rütbesi Türk” adlı kitabına getireyim. “Rütbesi Türk” bir belgesel ya da biyografik roman. Kitabın artı değeri usta bir gazetecinin röportaj tadındaki ana temayı doğrulayan belge ve fotoğraf eklentileri olmuş.

Romanın kahramanı, Cumhuriyet’e giden yolun meçhul değil meçhule ve haksızlığa terk edilmiş Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet Öktem. Aydın Deliktaş, kahramanımızın zaman zaman coşkuya sürükleyen, zaman zaman içler burkan hayat hikayesini anlatmış. Özellikle emeklilik döneminde uğradığı haksızlıklar, okurken bizi de isyana sürüklüyor.

O, Orhan Şaik’in dediği gibi “Huduttan hududa yol bulup, cepheden cepheye koşanlar”dan biri. Bu vatanın sahib-i aslisi. İsmet İnönü’nün öğrencilik arkadaşı.  Çatalca Savaş’ında gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle yüzbaşılığa yükselmiş, garptan şark cephelerine koşmuş Sarıkamış harekâtına katılmış. Binlerce donarak şehit olanlar arasında ayaklarının donması sonucu parmakları kesilmiş. Buna rağmen cephe ve cephe gerisi hizmetlerini sürdürmüş bir kahraman. Hayır, bir İstiklâl Madalyası bile verilmeyen meçhul kahraman.

“Rütbesi Türk”, sözünü ettiğim gazi Seyit Mehmet Öktem’in  hayatı üzerinden yaşanan tarihi olayları anlatıyor. Ayrıca iki savaşta gazi olmasına rağmen bir yüzbaşının siyasetin amansız dişlileri arasında un ufak edilişini konu alıyor. Alanında az sayıda örneği olan ve bir gazinin tüm hayatını belgelere dayalı olarak dile getiren bu kitap, 1893 ile 1942 yılları arasında Sivas’taki günlük hayattan da realist paragraflar da içeriyor.

Destanlarda dile geldiği gibi bir Türk’ün vatanın kara günler göre göre, cesetten ağ öre öre, kara barut ile dolma tüfekle topa karşı dura dura, ilaçsız, doktorsuz, kendi yarasını gömlek yırtıp, sara sara kurtarması bir kutsal görevdi. Ama, Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan memleket evladı Seyit Mehmet’in yaşadığı haksızlıklara, çektiği sefalete rağmen hem askeri hem idari ve hem de adli makamların ilgisizliği, bigâneliği reva değildi.

İsyan edilesi bu dramı Aydın Deliktaş, yalın dil ve akıcı anlatımla bizlere aktarıyor. Üslup berraklığının içinde yukarıda söz ettiğimiz gibi 1893 yılından 1942 yılına kadar geçen zaman diliminin tarihini, sosyal ve toplumsal yapısını ağır ve sıkıcı olmadan yansıtıyor. Kahramanımızın yaşadığı kentin sosyal hayatını, iklimini çok iyi bilen gözlemci yazar olarak geçmiş yıllara empatiler yaparak adeta beyaz perdede gözlerimizin önüne getiriyor. 

Aydın Deliktaş’ın kitabın önsözünde yazdığı görüşler önemli: “…Sıradan bir insanın bir ülkenin tarihine etkisini gösterebilmesi bakımından bu yakın tarih çalışması ülkemiz gençlerine yollarının siyasi ve askeri olarak kesişebileceği mevkilerdeki insanların hikayeleri kadar değerli olabildiğini hatırlatacaktır. Yüreği ülkesi için atan her vatandaşın hikayesi değerlidir. Türk olmak ve memleketimizin istikbali için bir tuğla koymak başkaları tarafından taltif edilmekten önemlidir. Tarih, zamanı geldiğinde ülkemiz için yapılan her faydalı işin hakkını sahibine teslim edecektir. Bu çalışma Türk olmayı coşkulu biçimde omuzlarında taşıyan her memleket evladının anısında Seyit Mehmet’e bir saygı duruşudur.”

Rütbesi Türk özellikle gençlerimizin okuması gerekir ki, Türklüğün ve vatanın değerini bilip yarınlara taşısınlar.

Aydın Deliktaş’ın araştırmalarına katkı veren danışmanlık yapan Öktem ailesinin fertleriyle birlikte Prof. Dr. Sayın Recep Toparlı’ya, Ahmet Necip Günaydın’a teşekkürü var. Kitabın okuru olarak bizimde teşekkür etmek görevimiz olsa gerek.

Okunmaya değer bir eser

Rukiye TOY
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

Aydın ağabeyi Sivas Radyo Televizyonun da program yaptığım günlerden tanırım (belki kendisi bilmez 🙂 ) asıl tanışıklığımız ise “İl İnsan Hakları Kurulu”nda görev aldığımız zamana denk gelir.

Gazeteci kimliğinin yanı sıra şehrin ve ülkenin sorunlarını dert edinen, çözümü için çabalayan, fikirleriyle katkıda bulunan Sivas için önemli bir isim Aydın Deliktaş.

“Rütbesi Türk” isimli romanı gözlerim dolarak, içim sızlayarak bir solukta okudum. Özellikle “Sarıkamış” bölümünü okurken duygulanmamak mümkün değil.  

Sivas’ın sokaklarını, adetlerini, komşuluğunu o kadar güzel anlatmış ki, adeta o günlere gidiyorsunuz. O zamanın cefakar ve fedakar Sivas insanına minnet ve şükran duyuyorsunuz.

Sivas’lı Sarıkamış Gazisi Seyit Mehmet Öktem’in gerçek hayat hikayesi, yaşadığı zor günler, katıldığı savaşlar, emekliliğinde uğradığı büyük haksızlık mutlaka okunmalı..

Kitabın bir diğer özelliği o günleri adeta bir tarih kitabı gibi gerçek ve objektif bir şekilde anlatıyor.

“Gazi Seyit Mehmet’e iade-i itibar gibi hissettiğim “Rütbesi Türk” okunmaya değer ..

Emeğinize kaleminize sağlık Sayın Aydın Deliktaş… 🙏

Kaleminizin mürekkebi kurumasın devamı gelsin inşallah… 😊

Ne mutlu Türküm diyene!

Ziya Soybayraktar
Sosyolog

Aydın Deliktaş kardeşimin “Rütbesi Türk” kitabını büyük bir heyecanla ve sindire sindire okudum. Sayın Deliktaş’ın gazetecilik hayatındaki yazılarını severek okuyan bir okuru olarak kullandığı arı dil Türkçe, kısa ve öz metinler içine ustaca işlenmiş mesajlar, sahibine gönderilmiş mektuplar gibi yerine ulaşıyordu. Üslubunu ve yazı karakteristiğini çok takdir ettiğim bir arkadaşımın Rütbesi Türk romanı beni hiç şaşırtmadı. Yazı dili, üslubu, cümle yapısı, olayları anlatışındaki sadelik o kadar berrak ki maşallah.

Bu şehrin kıraç toprakları Türk Edebiyat tarihine, folkloruna, halk kültürüne kazandırdığı ozanlar, yazarlar, şairler ve araştırmacılar ile çok bereketli ürünler sunmuştur. Belki de en verimli yanımız bu alan. Coğrafyanın insan karakterine etkisi, kadim geleneğin muazzam bereketi Sivas’ımızı Türk Edebiyat alanın da öne çıkarıyor. Kıymetli kardeşimiz de onlardan birisi.

Kitabı okuduğumda;

Geleneksel hayatın normlarını ve folklorunu, içinde büyüdüğü şehrin kendisinde içselleştirmiş olduğu duygular ile o kadar güzel anlatmış ki; Sivas’ı hiç yaşamamış bir insan, kitabı okuduğunda bu şehrin coğrafyasını, iklimini, komşuluk ilişkilerini, imece çalışmaları, kız isteme adetlerini, aile yaşamında uyumlu bir ailenin sevgi, saygı ve nezaket kuralları çerçevesinde anne-baba ve çocuk ilişkilerindeki hoşgörü, tevazu, nezaket ile birlikte birey olmaya saygıyı fark ediyor.

Kent sosyolojisindeki farklılıkları, Sivas ve İstanbul’da Gazi Seyit Mehmet Yüzbaşı’nın ikametgâh değişikliklerinde o kadar güzel ortaya koymuş ki, sanki sürecin içindesiniz. Kent yaşamını insanların sosyaliteleri, duyguları ve modern-geleneksel olgusu, güzel anlatılmış.

Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yaşanan gelişmeler, askerin tutumu, milli hissiyatın, devlet olma bilincinde ne kadar etkili bir duygu olduğunu ortaya koyuyor. Türk milliyetçiliğini, Türklük şuurunu, iman esasları ile bütünleşik, Osmanlı askeri eğitiminde yetişen askerin bu duygular ile ne kadar samimi kişiliklerde olduğunu görüyoruz.

İnanç öğelerinin, mukaddesatın, ahlaki şuurun sağlam bir iman ile bütünleşmesi halinde insanda oluşturduğu, kişilere kazandırdığı mücadele azmi ve korkusuzluk inancını, hikâyenin kahramanı Gazi Kıdemli Yüzbaşı Seyit Mehmet’in ilişkileri üzerinden o kadar güzel ortaya koymuş ki, hikâye okuru kendi anaforuna dâhil ediyor ve süreci sanki birlikte yaşıyormuş gibi hissettiriyor.

Romanın geçtiği dönemin geçiş dönemi olmasından kaynaklı ilişkilerdeki kopukluklar, uygulamadaki aksaklıklar, ihmal ve yanlış işlemler roman kahramanı Gazi Yüzbaşı Seyit Mehmet’i mağdur ettiğini ama Seyit Mehmet’in inancı, devletine güveni, milliyetçilik duyguları farklı ilişkiler içine girmesinin önüne geçmiş.

Ne Mutlu Türküm Diyene.

Herkesin okumasını önereceğim kitap gerçekten övgüye layık. Eline, yüreğine, aklına sağlık Aydıncığım.

TARİHİ ROMAN MI EDEBİ ESER Mİ?

Her şeyden önce Rütbesi Türk kolayca okunan, hayal gücünün, heyecanın, hepimizce çok rahatlıkla anlaşılabilecek karakterlerin ve bu karakterlerin hayallerinin, kusurlarının büyük bir başarıyla anlatıldığı bir eserdir.

Yazar’ın kitaptaki en büyük başarısı hikâye anlatıcısı olarak ortadan kaybolmayı başarıp, hikâyeyi karakterlerinin sürdürmesine olanak vermesinde gizlidir. Okura hangi karakterin hareketlerinin onaylanması hangilerinin yerilmesi hususlarında yol gösteren herhangi bir otoriter ses yoktur. Okur roman boyunca kendi yolunu kendi bulmalı, şaşırmalı, karmakarışık duygularla boğuşmalıdır. Muhtemelen yazar, zaten böyle objektif bir eser yazmayı planlamıştır. Edebiyat tarihçileri ve yakın tarihçiler muhtemelen Rütbesi Türk’ü daha iyi anlayabilmek maksadıyla yazarın biyografisiyle, kişiliğiyle ve diğer eserleriyle ilgili araştırmada bulunmaya çalışacaklardır. Ancak, bu kitapta yazarın hayatı gizli kalmıştır. Yazarın henüz başka eseri olmaması nedeniyle kitabın sayısız farklı yorumu eserin değerini sürekli korumasına yol açacağı muhakkaktır.

Kitapla ilgili en basit açıklama romanın Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarında geçtiğini ifade etmek olacaktır. Okur hikâyeye bu noktadan girerse, tarihi arka planı kavrar, olayların gelişimini, Türk insanının yabancı işgalcilere ve örgütlü-örgütsüz mücadeleye karşı nasıl bir tutum geliştirdiklerini görür. Bu noktada yazarın gücü hikâyeyi hem içe işleyecek hem de güçlü kişilikler üzerine bina edecek şekilde yazmasında saklıdır. Yazarın arka planı büyük başarıyla çizmesi okurda sanki o an gerçekleşmekte olan bir hikâyeyi okuduğu izlenimi uyandırmaktadır. Kitabı ikinci kez okunduğundaysa yazarın yaşadığı yöre, bir takım kültürel farklılıklarıyla ön plana çıkar.

Romandaki ana karakterler gerçek kişiler olsa da tali karakterler de sanki gerçek hayattan bire bir kopyalanmış gibi gözükmektedir. Örneğin üsteğmenken dostluk kurduğu yakın arkadaşı Kenan, sağ kolu ve emir eri Ramazan, Hallaç Hıdır, sivil hayatta kendine edindiği asker emeklisi arkadaşlar, muhatap olduğu taş ustası ve hafız gibi karakterler gerçekte yaşamış gibi bir izlenim vermektedir.  Tüm tarihi olayların roman kahramanı tarafından yorumlanmış olması, yazarı da bu tarihi süreç karşısında kitaptan çıkarmış ve objektif bir duruma getirmiştir. Tartışmalı tarihi konularda yazar, kararı okuyucuya bırakmayı da başarmıştır. Örneğin romanda Ermeni Tehciri konusunda günümüzde de geçerli olan iki görüş baskın bir şekilde ortaya konulmuştur. Roman kahramanının askeri bir kişilik olması sebebiyle o cepheden bakışla tehcirin gerekliliği, babasının bakış açısı ile de sivil insanların tehcire bakışı net şekilde anlatılmıştır. Yazar, başarılı bir şekilde taraf olmaktan çıkmış ve yorumu aynı başarıyla okuyucuya bırakmıştır. Benzer başarılı uygulama, Çatalca Savaşı ve Sarıkamış Harekâtında da satır aralarında görülmektedir. Roman kahramanının hiyerarşik yapısı birçok açıdan tam bir askeri disiplini ifade etse de zaman zaman inisiyatifler alması ve kendinden beklenmeyecek çıkışlar yapması alınan birtakım kararların yanlışlığına yine aynı disiplin içinde göndermeler barındırmaktadır.

Roman kahramanı geleneklere son derece bağlı bir karakter çizmiş olmasına rağmen özellikle karşıt görüşleri etkileme biçimi hem o dönemin hem de bugünün aydın kesimin propaganda biçimini andırır. Felsefi bir arka planı olan dönem kahramanlarına yapılan göndermelerde daha ziyade Seyit Mehmet’in iç dünyasını betimlediği yerlerde sezilmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığın da şu yorum da yapılabilir; Rütbesi Türk, önceleri Osmanlı’yı hemen ardından da genç cumhuriyeti tehdit eden rejim karşıtlarına karşı önce bir askerin sonrasında bir sivilin aynı ruhla bir cevabı olarak algılanması biçimindedir.

Bu yoruma göre Seyit Mehmet, önceleri üniformasının verdiği görev ve yetkileri en üst seviyede yerine getiriyor gibi gözükmesine rağmen temelde bağlılığının vatan, bayrak ve din olduğu telakki edilebilir.

Diğer taraftan Rütbesi Türk’ü bir Türk milliyetçiliğinin etkisi altında yazılmış olarak kabul etmek belki de çok basit bir yaklaşım olacaktır. Seyit Mehmet’in milliyetçiliği, on sekizinci yüzyılın sonlarında doğup Avrupa’yı kasıp kavuran milliyetçilikle pek de mukayese edilemez. Neticede Seyit Mehmet, nihilist öğeler taşıyan ve tüm ideolojileri reddedip, yalnızca vatana-insana hizmet temeline dayanan bir sistemin özlemindedir. Benzeri şeyi tüm ulus için tasavvur etmek, insan algılarını ve yaşamını bu uğurda feda edecek bir ideolojiyi savunmak ne kadar mantıklı olabilir?

Rütbesi Türk’ü ulusal özgürlükle alakalı gizli kapaklı anlamlar içeren bir eser olarak görmek aynı zamanda kahramanın siyasetle ilgilenmeme hususunda yaptığı beyanatlarla da çelişecektir. Daha da ötesi bu türden bir yorum eserin değerini azaltırken, daha ziyade bu tür yorumları yapan kişilerin kendi fikirlerinin baskın şekilde ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Bu da eserin ideoloji uğruna heba edilmesi manasına gelir.

Peki Rütbesi Türk’ü günümüzün koşullarıyla nasıl okuyabiliriz?

Rütbesi Türk, en ufak bir siyasi çözüm önermediği gibi geleceğe de herhangi bir siyasi pencere açmamakta, yalnızca tarihi dikkatli ve çeşitli biçimlerde okumanın nelere yol açacağını sergilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki dünyanın her yerinde siyasiler ve alt kademeleri Rütbesi Türk gibi kitaplar sayesinde, siyasi hırsla aldıkları birtakım kararların ileride nasıl sonuçlar doğuracağını ve gelecek nesiller tarafından ne şekilde algılanacağını anlamış oluyorlar. Bu da kitabın hedeflenmemiş olsa da sonradan ortaya çıkan faydalarından biri olarak görülmelidir.

Bu okuma biçimlerinin hepsi mümkündür elbette. Ama tüm bu yorumlar en önemli gerçeği gözden kaçırmamalıdır. O da Rütbesi Türk’ün aslında bir edebi eser olduğu gerçeğidir. Bu eserin temel amacı gerçekleri ortaya koyup, çeşitli siyasi polemikler yaratmak değildir aslında. Daha ziyade edebiyatın yapabileceği şeyleri, okuyucuyu etkilemeyi, hayatın çeşitliliğini, karmaşıklığını gözler önüne sermeyi, insanlıkla alakalı daha derin ve evrensel gerçekleri keşfetmeye çalışmayı, kendimizi ve dünya hakkındaki algılarımızın nasıl oluştuğunu betimlemeyi hedeflemektedir. Yazar metne açıkça sezilecek biçimde müdahale etmemiş aksine daha çok kurnazca biçimlendirdiği ipuçlarıyla, tuzaklarla, tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi hakikati yalandan ayırmayı bize bırakmış. At gözlüğü takarak metni okuyan biri kitaptan tamamen fanatik bir siyasi hınç sonucu çıkarabilir. (Her dönem yaşanan siyasi hınçlara ne diyeceğiz o zaman?) Kötü niyetli bir okuma ile metnin cumhuriyetin ilk yıllarını karalamak için bulunmaz bir fırsat olduğunu da ileri sürebilirler. Ama bu da son derece riskli bir tutum olacaktır. Dikkatli okurlar Rütbesi Türk’ün aslında tüm bunlardan çok daha farklı yerde bulunduğunu hemen kavrar.

Her şeyden önce Rütbesi Türk, ideolojilerin hatta dogmatik öğeler taşıyan ideolojilerin eleştirisi olarak algılanmalıdır.

Aslında metinde Seyit Mehmet, uzun uzun hem dinine bağlı hem ülkesine, vatanına ve insanına bağlı, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya sarılmış olmasına rağmen alternatifler üzerinde durarak kendi yaşam deneyimlerini renklendirmiş hem de seküler anlayışı reddetmiştir. Lâkin bu pozitivist yaklaşım bir süre sonra hiper rasyonalizasyon seviyesine çıksa da aniden temelde zihninin derinliklerine işlemiş olan kader-tevekkül başlangıcına dönmesi kişiliğinin ve geçmişinin ona yüklediği misyondan sıyrılmasına engel olmuştur.

Hayli ilginçtir; yazar bir taraftan da Seyit Mehmet karakterinde (onun büyük bir ihtimalle asla kabullenmeyeceği ölçüde) karmaşa ve zayıflık görmemize de olanak verir. Örneğin zaman zaman onca başarısına ve inisiyatif almasına rağmen rütbe alamamasını kaderine boyun eğmiş ve kabullenmiş gibi gösterse de asla unutulmayacak bir hayal kırıklığı ve sebebini ortaya çıkarabilme hırsıyla dolu olabileceğine dair birtakım ifadeler okuruz. Sonra birdenbire kendisini bu amaçtan vazgeçmiş yalnız ve savunmasız hissettiğini görürüz. Bu da bize Seyit Mehmet’in iç dünyasındaki naifliğini, vatanı için mücadele eden bir kahramanın kendisi için mücadeleye girişemeyecek kadar içine kapanıklığını göstermektedir. Yazar, kendi şahsi meseleleri söz konusu olduğunda gerçek duygularını dışa vuramayan bir karakterle okuyucuyu kitabın içine katıp çözüm yolları aramasına da imkân tanımıştır.

Romanın ayrılan kısımları başlı başına bir roman havası vermektedir. Bu da okuyucuyu her yeni bölüme geçtiğinde olumlu olumsuz yeni bir sürpriz beklentisi içine sokmaktadır. Yazar bazı bölümlerde bu beklentiyi karşılarken, bazı bölümlerde belli yaş grubunu çocukluğuna, gençliğine götürecek dokunuşlarla tebessüm ettirmeyi başarmıştır. Kitabı tarihi biyografiden romana evrilten de bu dokunuşlardır. Kahramanın özellikle çocukluk anılarını hayal ettiği bölümler tüm okuyucu kitlesinin ortak anısı haline dönüşmekte ve okuyanı direkt içine çekmektedir.

Romanın duygu bütünlüğü ne anlatılarak ne de diyaloglar yoluyla verilmiş, tam tersine ana karakterlerin sessiz tavırlarıyla sezdirilmek istenmiştir. Bu bazen duygularının neden olduğu tasvirlerle, istem dışı mimiklerle, bakışmalarla, kaş çatmalarla, vücut diliyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Kabul etmek gerekir ki böyle bir yöntem gerçeği kelimelerin ifade edebileceğinden daha güçlü biçimde ortaya koymuştur. Bu etkileyici duygu ifadeleri genelde çok az ama en etkili yerlerde kullanılmıştır. Bunun sebebi kısmen durumun son derece kısa sürede olup bitmesi kısmen de çok daha önemli hususların gündeme oturmasıdır. (Savaş ve çetelerle mücadele söz konusu olduğunda ideoloji, askerlik söz konusu olduğunda vazifeler, Seyit Mehmet söz konusu olduğundaysa mantık bu önemli hususları ifade eder.) Bu yüzden de tam olarak anlayamadığımız ancak sezer gibi olduğumuz duyguların ifadesi bıçakla kesilmişçesine son bulur. Ama tüm bu engellere rağmen roman hakikaten ifşa edildiği çok sayıda kırılma noktası içermektedir. Yazar, bu şekilde okuyucuyu sadece bir tek hikâyenin içinde kalmaktan kurtarır.  Felsefeyi bireyselcilik olarak kabul eden filozoflar dünya savaşları arasında bu türden dürüstlük anlarıyla ve insani ilişkilerin neden olduğu savunmasızlığı ilahi gücün tezahürü olarak görmeye eğilimliydi. Dogmatik dinlere ve sosyal bilimlerdeki benzeri yansımalarına (o zamanlar için bu Freud etkisindeki psikoloji ve Marksizm olarak nitelendirilebilir) tepki olarak bireyselciler insan kişiliğine biyolojik, sosyal ve tarihi açılardan yorumlar getirmek dışında konuyu psikoloji, ahlak ve maneviyat penceresinden de inceleme arzusunda oldular.

Özellikle Seyit Mehmet’in vazifesini kusursuzluğa ulaştırma maksadıyla verdiği mücadeleden de anlaşıldığı üzere Rütbesi Türk’ün temelde tekamüle ermiş bir insan modeli önerdiği anlaşılır. Kısacası Yazar’ı bu kitabı okuyup mutlaka bir ideolojiye yakın görmek gerekirse bu da bireyselcilik olacaktır. Bu düşünceler ışığında bakılınca eserin yıllar boyu eleştirmenleri şaşırtacağı ve üzerlerinde tartışmalar çıkmasına neden olacağı muhakkaktır.

Yazar, kendi görüşlerini ve bilhassa ilgilendiği konuları Seyit Mehmet ve diğer roman karakterlerine yedirerek ifade etme yolunu seçmiştir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kahramanın Mustafa Kemal Paşa’ya olan yoğun ilgi ve alakasını onun üzerinden kaleme alarak son derece ustaca o döneme yöneltilmesi muhtemel aşırı tepkilerin de önüne set çekmiştir. Seyit Mehmet’in uğradığı haksızlık, dönem siyasetine bağlansa da kurucu güç kıvrak bir zekâ ile koruma altına alınmıştır.  

Yazar, dönem romanı yazmasına rağmen bugün kullanım dışı kalmış kelimelere yer vermemiştir. Hem genç okurların hem de önceki nesil okuyucuların anlayacağı şekilde bir dil tercih etmiş, ancak belgelerin çevirilerini Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dille yayınlayarak genç okurlara araştırma yapma imkânı tanımıştır. Kitabın önsözünden anlaşılacağı üzere Rütbesi Türk, çok farklı düzlemlerde okunabilecek gerçek bir eserdir. Çatalca ve Sarıkamış başta olmak üzere, çocukluk, gençlik ve sivil yaşantı içerisindeki birtakım hikayeler oldukça çarpıcıdır. Ancak yine de bunun bir kurgu eser olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır.

Okurun romanı bitirdiği zaman bir kez daha dönüp en başından okuma arzusu duyacağına eminim. Kanımca ister kurmaca olsun ister olmasın bir eserin bu şekilde tanımlanması onun gerçek gücünü göstermektedir.

(EDİTÖR)