ÇOK SAYIN MOLLA KASIM!….

Mevzuyu unutanlara hatırlatarak başlayalım…

Yunus Emre’nin hayatını okuyanlar, bize ulaşan şiirlerinde en önemli kırılma noktasının Molla Kasım olduğunu bilir.

Alimler Yunus Emre’yi “Hâl ehli” olarak kabul eder. Yunus’un aşkı ve bu aşkın coşkusu öylesine yüksektir ki, artık yazdığı her mısra ile kendinden geçmiş, adeta boyut değiştirmiş haldedir.

Kâl ehli, Yunus’un bu şiirlerinden, deyişlerinden rahatsızdır. Şeriata uygun bulmaz. Kendisini uyaran bu kişilere de “Aşkım galip geldi yüreğim harlar / Âşık olan arı namusu n’eyler / Behey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince” dizeleriyle kırgınlığını, sitemlerini dile getirir… 

Yüreğinde gem vuramadığı ilahi aşka ve dizelerine yansıyan bu coşkusuna karşın her an bedel ödeyebileceğini de bilir. Geldiği nokta artık Hallac-ı Mansur’un kâl ehline kendini anlatamaması ve ölüm fermanını eline tutuşturmaları gibidir.

Yunus yine de içindeki “Deli Yunus”u susturamaz, susturmaz. İtikadını sorgulayanlara itibar etmez… Mevlâna’nın, “Önceden duysaydım, cilt cilt mesnevi yazmazdım” dediği, defalarca söyletip dinlediği ve kendinden geçtiği beytini yazarak artık kâl ehlinin tüylerini de diken diken eder.

“Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” sözleriyle, hâl ve kâl ehlini keskin bir çizgiyle ikiye böler. Artık geri dönülmez bir zirvenin en tepesindedir…

Belli ki, Ebusuud Efendi’nin, “Bu itikattan vazgeçmemesi halinde katli vaciptir” fetvasından hayatta olmamakla kurtulur. Hoş, o günlerde yaşasa da sözünden vazgeçmeyecektir ve kuşkusuz dar ağacına çekilecektir.

Yunus dergahından ayrılıp Hakkı arama yolculuğunda üç bin şiir yazmıştır. Adeta dünyaya sığamayan Yunus, Hak ile bütünleşmesini beyitlerine, deyişlerine şiirlerine sığdırmıştır. 

Kendisine karşı olan, eleştiren daha önemlisi anlamayan ve anlamamakta direnenlere de cevaplarını şiirleriyle vermiş, “Hakikatin manasın şerh ile bilmediler” diye seslenmiştir. Kendi şer’i hükümleri ile Yunus’u dinden çıkmakla suçlayanlara karşı da susmamıştır; “Hakikat bir denizdir, şeriat gemisi / Çokları gemiden çıkıp dalmadılar” demiştir. Hatta daha da ileri gitmiş tüm bunlar için “Dört kitabı şerh eden asidir hakikatte / Zira tefsir okuyup manasını bilmediler” diye meydan okumuştur.

Gün gelir, kendisinden sonra da Yunus’un deyişleri ve şiirleri tekke erbabını ve hüküm sahiplerini rahatsız eder. Yunus’un şeriatlarına uyduramadıkları şiirlerini ayıklama görevi Molla Kasım’a verilir… Molla Kasım, kendi itikadi anlayışına göre Yunus’un şiirlerini gözden geçirmeye başlar.

Bin şiirini şeriata uygun değil diye ateşe atar… İkinci bin şiirini ise insanı dinden çıkarır gerekçeyle yırtıp suya atar… Nihayet elinde son bin şiir kalmıştır ve Molla Kasım’ı titreten o beyit karşısına çıkar…

“Derviş Yunus sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir!”

Molla Kasım pişmanlık duymuş mudur bilemeyiz. Artık bin şiir yakılıp meleklere, bin şiir suya atılıp balıklara teslim edilmiştir. Kalan bin şiirle görevini belki o an başlayan yürek yangını ile tamamlamıştır.

Meraklısına daha fazlası Yunus Emre’nin hayatında vardır.

Bizi ilgilendiren bugünün sayın Molla Kasımlarıdır…

Her makamdan, her mertebeden insanları kendi fikir, hüküm ve önceliklerine göre sîgaya çekmeye çalışan günümüzün modern Molla Kasımlarınadır…

Hiçbir ehliyeti, yetkisi ve etkisi olmadan “karşı olduklarına muhalif olmanın dayanılmaz cazibesine” kapılarak, seviyesine yüz adım bile yaklaşamayacakları insanları, itibarsızlaştırmak için klavye başında ortaya düşenleredir.

Kendi kendilerine verdikleri sıfatlar ile söz sahibi olduklarını, kanaat önderi kabul edildiklerini, akil yerine konulduklarını zanneden boş beleş kimlikleredir.

“Ben de varım, ben buradayım, beni de görün” çabası ile, değil yan yana gelmek gölgesinin bile seviyesine ulaşamayacakları insanlar için kendin çal, kendin oyna mahiyetinde yazıp çizenleredir.

Eline fazla gelen parmağını kullanacak yer bulamayıp önüne gelene sallama cehaletini ve cüretini gösterenleredir. 

Elbette bugün hiç kimse Yunus değildir… 

Görünür olan, herkesin kendi yapıp ettikleri, yazıp söyledikleri, kendi fikir dünyasının eserleri, icra makamındaysa günahıyla-sevabıyla kendi kararlarının hayata geçirilmiş halidir.

Bu şehir, birilerinin basit düzeyinden çok uzak, hiçbir karşılık beklemeden siyasi ve ticari ikbal peşinde olmadan düşünen, araştıran, yazan ve mesai sarf eden insanlarla doludur. 

Ve yine herkes bilinmelidir ki, hiç kimse Molla Kasım değildir!

Kim bir diğerini sîgaya çekme gayretinde ise, önce vicdanında kendisini sîgaya çekmelidir.

Unutulmamalıdır ki, kendini Molla Kasım zannedenleri de gün gelir bir başka Molla Kasım hizaya getirir!…

Pek çok sayın Molla Kasımlar…

Sağlıcakla kalın… 

BİR DOKUNUŞ

İlkokul 4. sınıfa yeni geçmiştik. Üç yıldır birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan eksilen yoktu. Ama bir fazlamız vardı; Halime… Muhtemelen okula geç başlamış, 4. sınıfta da tekrara kalmıştı. Dolasıyla bizden iri yapısıyla ablamız sayılırdı.

Öğretmenimiz Halime’yi arka sıralardan birine oturttu. Dört yıl Türkan öğretmen okutmuştu ama 4. sınıfta tekrara bırakmıştı. Şimdi bizim gibi Duygu öğretmenin öğrencisiydi.

Öğretmenimiz disiplinliydi. Sınıfın tırnak, saç kontrollerini, önlük, yakalık ve mendillerimizin temizliğini titizlikle denetlerdi. Kızlar kesinlikle saçlarını çift örgü yapacaklar, temiz önlüklerinin üzerinde mümkünse dantelle örülmüş yakalıklarını ütülü bir şekilde takacaklardı. Önlük altında beyaz uzun çorap olmalıydı. Beyaz yoksa siyah… Renkli çoraplara izin vermezdi.

Keza erkeklerde de saç tıraşı muntazam ve ala bluz, pantolonlarımız siyah ve tonları, ayakkabılarımız ise hangi tür olursa olsun temiz olacaktı. Kurallara hepimiz azami uyum sağlıyorduk.

İlk günden gözümüz Halime’ye takılmıştı. Saçı, Duygu öğretmenin istediği gibi taranmıyor ve örgüsüne dikkat gösterilmiyordu. Önlüğü öylesine soluktu ki, siyah değil neredeyse griye dönüşmüştü. Çorap kuralını bazen ihlal ettiği gibi ayakkabıları da temiz olmuyordu.

Duygu öğretmenimiz, daha o hafta bizim üç yıldır bildiğimiz kurallarını tek tek ve ısrarla yeniden anlattı. Belli ki, Halime’nin de bu kurallara uymasını istiyordu. Ama hedef almadan ve rencide etmeden.

Halime çok çekingendi. Kimseyle konuşmuyordu. Saçları sarı, gözleri çakır diye tabir ettiğimiz derecede açık maviydi. Bizden yaşça büyük olmasının yanı sıra vücudu da bizden ve diğer kızlardan cüsseliydi. Önlük giymese orta okul öğrencisi olduğu düşünülebilirdi.

Öğretmenimiz hiç parmak kaldırmayan Halime’nin muhtemelen seviyesini ölçmek için arada sırada “Halime sen söyle” diye sesleniyordu. Bazen tahtaya kaldırıp üstünü başını süzüyordu. Matematik dışında diğer tüm dersleri bizimle aynı seviyedeydi. Niye sınıf tekrarına kalmıştı; hiç öğrenemedik.

Sınıfımızdan diğer kızlarla arkadaşlık etmediği dikkatimizi çekti. Teneffüslerde de tek başınaydı. Oyunları uzaktan seyrediyor, 5. sınıfa geçmiş diğer arkadaşlarıyla da hiç konuşmuyordu.

Suskundu, sebebini kimse bilmiyordu.

Bir gün öğretmenimiz sınıfa girip “Çıkarın mendillerinizi, ellerinizi üzerine koyun” dedi. Elindeki cetvel en korktuğumuz silahıydı. Tek tek tırnaklarımıza, önlük, yakalık, kızların çorap, erkeklerin pantolon ve ayakkabılarına bakmaya başladı.

Saçları düzgün örülmemiş kızlara fırça atıyor, tırnakları hafta başı kesilmemiş olanlara ise cetveli masaya vurarak, “Yarın görmeyeceğim” diye sesini yükseltiyordu. Halime’nin yanına gittiğinde önce “Kızım ne bu saçlarının hali?” diye çıkıştı. Sonra hiç yapmadığı şekilde saçlarının örgüsünü çözüp yeniden örmeye başladı.

Biraz örmüştü ki, “Aaa.. Kızım senin saçında bit mi var?” dedi. Hepimiz Halime’ye dönmüştük. Öğretmenimiz Halime’nin saçları arasından görmediğimiz bir şeyler çıkarıp bakıyordu. Dikkat kesilmiş sınıfa, “Dönün önünüze” diye bağırıp Halime’yi camın kenarına götürdü.

Biz hiç bit görmemiştik… “Kızım sen yıkanmıyor musun?” diye sorunca Halime ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Ağlamaktan konuşamıyordu. Çok etkilenmiştik. Çıt çıkaramıyorduk. O ağladıkça biz mahcup olmuştuk.

Öğretmenimiz sandalyesine oturup Halime’nin iki elini de tutup “Ağlama anlat bakıyım” dedi. “Annen yıkamıyor mu seni?”

Halime, “anne” lafıyla sarsılarak hıçkırmaya başladı. Biraz sakinleştiğinde de ağzından dökülen sözler yüreğimize ok gibi saplandı… “Öğretmenim annemin elleri sakat, ben kendim yıkanıyorum. Diğer işlerimi de kendim yapıyorum”

“Tamam ağlama” dedi öğretmenimiz. Sınıf buz kesmişti. Nefes bile almıyorduk sanki. Sonra babasını, kardeşini, varsa akrabalarını tek tek sordu. Babasının iki inek beslediğini, süt satarak geçimini sağladığını, küçük bir erkek kardeşi olduğunu, aynı mahallede oturan bir halasının olduğunu, onun da dört çocuğu olduğunu, halasının annesiyle sürekli tartıştığını, başka akrabalarının olmadığını bir çırpıda öğrendi.

Öğretmenimiz evlerinin nerde olduğunu sorunca, bizim Öksürük tarlası olarak bildiğimiz, Pünzürük deresinin üst taraflarında, o dönemler daha çok hayvan besleyen ailelerin oturduğu bölgede olduğunu anlamış olduk. Biliyordum o tarafları… Çünkü babam hafta sonları canı sıkıldığında av tüfeğini yanına alıp o tarafa avlanmaya gider ben de peşine takılırdım. Tüfeği taşımanın ayrı bir sevincini yaşardım çocuk halimle…

Öğretmenimiz Halime’nin oturduğu tarafta oturan başka öğrencilerin olup olmadığını sordu. Bir kız ve bir erkek öğrenci daha vardı ama Halime onlardan daha ötede oturuyordu.

“Açın kitaplarınızı ve şu sayfaları okuyun sessizce. Çıtınız çıkmasın” deyip, Halime’yle birlikte sınıftan ayrıldı. Zil çalmadan geri döndü. Sonra o iki öğrenciye “Benimle gelin” dedi. “Bugün diğer derslerinize Müdür bey girecek. Terbiyesizlik yaptığınızı duymayayım” diye ekledi.

Eyvah… En korktuğumuzdu Hayrettin müdürümüz. Okula motoruyla gelirdi, motor sesini duyduğumuzda gözüne gözükmemek için köşe bucak kaçardık. Kimseyi dövdüğüne ya da hakaret ettiğine şahit olmamıştık ama yine de “Müdür” denildiğinde korkardık.

Ben diğer iki öğrenci gibi hemen çantamı toparlayıp müdürümüzün dersimize girecek olmasının korkusu ve paniği ile, “Öğretmenim ben de biliyorum orayı. Babamla ava gidiyoruz oraya ben de gelebilir miyim?” dedim.

Önce tereddüt etti, sonra beni de çantam elimde hazır görünce “Tamam sen de gel” dedi…

Öğretmenimiz ve Halime önde biz arkalarında Pünzürük deresi kenarından yürümeye başladık. Yol boyu öğretmenimiz Halime’ye sorması gereken ne varsa sordu. Bizim dinlememize izin vermedi. Yürürken aramızda mesafe bıraktı. Arada arkasına dönüp hem bizi kontrol etti hem de konuşmalarını duymadığımızdan emin oldu.

Halime’nin oturduğu ev küçük bir bahçesi olan, ahşap tek katlı bir evdi. İçeri girdiğimizde altının ahır, üstünün ev olduğunu gördük. Annesi öğretmenimizi ve bizi görünce çok telaşlandı. İki eli de sakattı. Bize göstermemeye çalışsa da el kısımları sanki tersti. Bir elinde sanki sadece büyükçe baş parmağı ve serçe parmağı vardı. Hareket edecek gibi değildi. Evin içine davet etti fakat öğretmenimiz bahçede oturup konuşmayı tercih etti.

Öğretmenimiz Halime’nin koşup getirdiği sandalyeye otururken bize de “Siz biraz dışarıda oyalanın. Kapının önünden ayrılmayın” dedi, çıktık. Halime önce koşarak biraz uzaktaki bir eve gidip halasını çağırdı. Sonra da koşa koşa gözden kayboldu. Halası şaşkın bir şekilde geldi eve.

“N’oldu? Siz kimsiniz?” diye sordu ama biz ses etmedik. “Öğretmenimiz içeride” dedik. Sessiz konuşmaları duyamıyorduk. Sonra birden Halime’nin annesi ve halasının sesleri yükselmeye başladı. Belli ki, bazı konularda birbirlerini suçluyorlardı. Öğretmenimiz daha baskın bir sesle, “Bırakın tartışmayı” diye bağırınca yine sessizlik oldu.

Halime bir süre sonra babasıyla birlikte geldi. Bir ev o günün şartlarında nasıl fakir olursa, insanların üzerinden fakirlik nasıl akarsa o gün tanık olduk. Bizler birkaç odalı, banyolu, tuvaletli betonarme evlerimizde yaşarken, bazılarının hangi şartlarda yaşayıp bizimle aynı sınıfı paylaştığına inanamadık.

Halime gözlerimizin içine hiç bakmıyordu. Babası içeri girerken bahçe kapısını açık bırakmıştı. Öğretmenimize “Hoş geldin” derken sırtında bazı yerlerine yama yapılmış gömleğinin son düğmesini de iliklemekle meşguldü. Ayakkabılarının arkası yoktu, kesilmiş terliğe dönüştürülmüştü. Pantolonunun dizlerinde büyük yamalar vardı. Kemer yerine beline ip bağlamıştı. Kasketini çıkardığında sarı saçlarının terden yapış yapış olduğunu gördük. İneklerini yaymaya götürdüğünü, komşusuna emanet edip geldiğini söyledi.

Öğretmeniz halasına sert, babasına ve annesine daha yumuşak tonda konuşuyordu. Halime’yi yanına çekmiş, kolunda tutmuştu. Uzun süre konuştular. Halime’nin banyo vs. gibi ihtiyaçlarını halasının karşılamasını istedi. İtiraz ettirmedi. Sözünü kestirmedi. Halasına çok sert sözler sarf etti ve tüm bunları takip edeceğini aksi halde başka yollara başvuracağını söyledi.

Ne demek istedi ne anlattı ne kast etti biz anlamadık. Yumuşayan ve hepsine “Tamam, tamam, tamam” diye karşılık veren halasının çay, kahve teklifini ise istemedi. Annesi çok ağladı. Babası iki eli önünde bağlı öğretmenimize defalarca “Tamam öğretmen hanım, kusurumuza bakmayın öğretmen hanım, Allah razı olsun öğretmen hanım” gibi sözler sarf etti.

Halime’yi evinde bırakıp öğretmenimiz önde biz bir iki adım gerisinde okulun yolunu tuttuk. Diğer iki arkadaşımı da evlerine yaklaşınca, “Evinize gidin” deyip gönderdi. Kalan bölümde öğretmenimiz tek kelime etmedi.

Okula döndüğümüzde son ders bitmek üzereydi. Beni de eve gönderip kendisi okula döndü. Halime ertesi gün ve sonraki günlerde saçı daha temiz ve düzgün örülmüş olarak gelmeye başladı. Öğretmenimizin tembihlediği gibi okulda kimseye bir şey anlatmadık. Halime’ye de o konuda ne bir şey sorduk ne de bahsini açtık.

Ertesi pazartesi bizi şok eden gelişme oldu. Okul önünde sıra olup töreni beklemeye başladık. Önce Atacan öğretmenimizin komutuyla hep bir ağızdan İstiklal Marşı’mızı okuduk. Halime sırada yoktu. Gelmedi sanıyorduk. Ama İstiklal Marşı’ndan sonra Halime’yi tam karşımızda bulduk.

Öğretmenimiz elinden tuttuğu Halime’yi tam karşımıza basamakların üzerinde bırakıp, “Başla kızım” dedi. 5. sınıf öğrencilerinin okuttuğu, bizim de gür sesle tekrarladığımız andımızı bize Halime okuttu.

Öylesine gür sesle bağırıyordu ki hem okulu hem sokağı inletiyordu… Adeta biz topluca onu, o tek başına bizi bastırmaya çalışıyordu…

Üstelik, yepyeni bir önlük giyinmişti. Örgülü sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Yakalığı danteldi. Beyaz çoraplarının altında ayakkabısı da yenilenmişti. Yaka cebindeki beyaz mendili bile göze çarpıyordu.

O bize andımızı okuturken öğretmenimiz ellerini birbirine kavuşturmuş ilk defa görmüş gibi Halime’yi seyrediyordu. Türkan öğretmen sınıfının başından ayrılmadı. Sadece öğrencilerini süzmekle yetindi.

Halime andımızın sonunda, “Ne mutlu Türk’üm diyeneee” diye öyle bir bağırdı ki, sanki sesi beş sınıfın tamamından fazla çıktı.

Belki dört yıl hiç katılmadığı ya da katılamadığı ilk 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızda da okulumuzun ismini en önde Halime taşıdı.

Bir dokunuş, okuldaki son iki yılında adeta Halime’nin hayatını değiştirmişti. O dokunuş belki hayatın kendisineydi. Elbette bir mucize değildi. Sadece geç kalınmış ama doğru zamanda ve en hassas biçimde; bize göre küçük, onun hayatında çok büyük yer eden bir müdahaleydi.

Kuşkusuz o güne kadar aldığımız derslerin, girdiğimiz sınavların en önemlisiydi.

Hem bizim hem diğer tüm öğretmenlerin…

Bu hafta kutladığımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda çocuklarımızın sevinç ve gururlarını görünce yıllar öncesine gittim. Biraz buruk ama eksilmeyen gurur ve sevinçle…

Başta Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmenlerimize rahmet, yaşayanlara sağlık uzun ömürler dilerim.

Sağlıcakla kalın.

Öksüz….

Hayat Ağacı Dergisi’nin “O sene bu sene” sloganıyla çıkardığı 38. sayıda yer alan yazım…

1992 yılıydı. Sivasspor üçüncü ligde can çekişiyordu ve kongre yapacaktı. Ortada ne “adayım” diyen iş adamı vardı, ne de sahip çıkan bürokrat. Yönetim divanda kalacak korkusu ile kongreyi yönetecek kimse bulunamıyordu. Divana yazılacağını anlayan STK başkanları aynı hızla kongre salonundan ayrılmışlardı.

O günlerde popüleritesi olmayan Sivasspor için elini taşın altına koyması gereken hiç kimse pazar gününü heba etmemişti. Salonda yöneticiler, üyeler, taraftarlar ve bazı gazeteci arkadaşlarımız vardı. Divan başkanlığına beni, kâtip üyeliklere de Ahmet Caniklioğlu ve Adnan Yüzbaşıoğlu’nu önerdiler; seçildik.

Kongre salonunu dolduran yiğidolar, üzgündü, mahsundu, suskundu.  Ne vali gelmişti, ne belediye başkanı ne de diğer il yöneticileri. Gündemi sırasıyla icra ettik. Yönetim ve denetim kurulları ibra edildi. Bütçe okundu, oylandı. Nihayetinde, seçim maddesine geldiğinde yönetime aday çıkmadı ve yönetim divanda kaldı.

Kongreyi yiğidoların üzgün bakışları arasında kapatıp, sırtımıza uzanan “Teşekkür ederiz” dokunuşları ile elimizde defterler ve kongre tutanakları evimizin yolunu tuttuk. Basın duayenimiz rahmetli Ahmet Turan Gürel, elimdeki kulüp defterlerine bakıp güldü; “Sivasspor öksüzdür” dedi. “Her öksüzün elinden mutlaka biri tutar. Merak etme!” diye ekledi.

Pazartesi sabah ilk işimiz Vali Ahmet Karabilgin’den ve Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’ndan randevu istemek oldu. Vali bey kabul etti, Temel beyin özel kalemi geri dönmedi. Vali Ahmet Karabilgin, ilk görüşmemizde öfkeliydi. “İşadamının, yatırımcının ve Sivaslıların sahip çıkmadığı Sivasspor’a vali nasıl sahip çıkacak?” dedi. “Beni ilgilendirmez” demeye getirdi. Hedef olarak ta, Belediye Başkanını gösterdi. “Ona yakışır; Temel beye gidin” dedi.

Gittik. Durumdan haberdar olduğu için yoğun toplantıları sebebiyle fazla vakit ayıramadı! Daha “Sivasspor” der demez, “Ben yapamam, bana bunun için gelmeyin” dedi.

Öksüz Sivasspor’a sahip çıkmak Vali beyin üzerine kaldı. Bir hafta bekledik. Kulüpte de huzursuzluk başlamıştı. Oyuncusundan malzemecisine kadar herkes para bekliyordu. Transferlerin tamamlanmasına kısa bir süre kalmıştı.

İkinci haftaya girdiğimizde imdadımıza Hızır gibi bir iş adamı yetişti. Daha önce de iki kez başkanlık yapan Yılmaz Göktürk’ü, Vali Bey ikna etmişti. Biz heyecanlandık; Vali bey, “Gelin görüşelim” dedi. Koşa koşa gittim. “Şimdilik en uygun aday bu” dedi. Zaten, hem en uygun hem de tek adaydı.

İkinci haftanın sonu, kongreyi, kalabalık bir davetli ve coşkulu yiğidoların alkışları ile açtık. Protokol konuşmalarının ardından açık oylama ile seçimi tamamlayıp tüm evrakları Yılmaz Göktürk’e teslim ettim.

Bu Sivasspor’un ilk kez divanda kalışı değildi. Önceki kongrelerde de benzerleri yaşanmıştı. Kulüp yöneticileri ya rica minnet bulunmuş ya da bürokratlara teslim edilmişti.

O günden bugüne neredeyse otuz yıla yakın zaman geçti. Bu şehirde herkesin yüreğinde bazen kor bazen aleve dönüşen Sivasspor sevgisi hiç eksilmedi. Sivasspor bu şehrin adeta öksüz evladı gibi en küçük başarısı bile gözleri yaşartıp en çaresiz anları insanların yüreğini sızlattı.

Kulüp bazen valilerimizin, bazen belediye başkanlarımızın ya da bürokratlarımızın sahip çıkmasıyla yarım asrı geride bıraktı; felaketler yaşadı, şehitler verdi. Her valinin her belediye başkanının az ya da çok bir emeği katkısı oldu. Benim gazetecilik yıllarıma denk gelen dönemde Vali Lütfi Fikret Tuncel’in para yardımları, Vali Ahmet Karabilgin’in yönetim oluşturmak için gayretleri, Vali Aydın Güçlü’nün kulübü sabit bir gelire kavuşturabilmek için egzoz gazı ölçümünde zorunlu yardım pulu satmak gibi uygulamaları, Vali Lütfullah Bilgin’in ilk iş kulübe muhteşem bir tesis kazandırması ve bugünkü kurumsal yapısını oluşturması, diğerlerinin her maçta taraftar gibi destekleri unutulmaz hizmetler oldu. Rahmetli Osman Seçilmiş, belediye başkanlığının yanı sıra kulüp başkanlığını üstlenip belki de kendisinden hiç beklenmeyen bir performans ve özveri ile takıma şampiyonluk yaşattı.

Sivasspor şampiyonluk yolunda ilerlerken belki de en büyük kazancını bugün Vali Salih Ayhan önderliğinde alıyor. Vali bey, kendi sahasında oynadığı her maçında yüzlerce çocuğun hayatında iz bırakacak ve tüm Türkiye’ye örnek olacak bir projeye önderlik ediyor. Takımın gelecekteki taraftarları ve yöneticileri hatta oyuncuları bu muhteşem proje ile hazırlanmış oluyor.

Öksüz Sivasspor bugün emin ellerde ve gözümüz arkada değil. Biz yine başarılarıyla sevinmeye, yenilgileriyle hüzün yaşamaya devam ediyoruz. Yarım asrı geçen geçmişine rağmen O, şehrimizin en küçük çocuğu ve biliyoruz ki, her zaman ilgiye, alakaya muhtaç öksüzümüz…

Eminim bu şehir her daim elini uzatacak ve yanında yer almaya devam edecek.

Selamlarımla…

Hayat Ağacı Dergisinin özel sayısı yazarların katılımı ile tanıtıldı…
Sivas Valisi Salih Ayhan, dergiye yazılarıyla katkı veren yazarlara teşekkür etti….
Hayat Ağacı Dergisi’nin tanıtımına Sivas Belediye Başkanı Hilmi Bilgin de katıldı…